İnsanı tanımak, tam anlamıyla tanıyabilmek bazen bir ömür alabiliyor. Hayatında ‘Ben bu insanı nasıl da tanıyamamışım’ demeyen birini gördünüz mü hiç? Ben henüz görmedim.
Bir kişiyi tanımanın üç kısa ve etkili yolu vardır derler.
Yolculuk, alışveriş (ticaret) ve komşuluk.
Buna ben de bir şey eklemek istiyorum.
Oyun.
Yüzde yüz geçerliliği olmasa da önemli doneler verir size oyun arkadaşınızın sergilediği tavır, aldığı tutum, gösterdiği tepki.
Aklınıza gelebilecek tüm oyunlarda. Tavla, satranç, hatta kumar oyunlarında bile.
Dürüst mü, centilmen mi, üç kağıtçı mı, hırslı mı, kolay pes eden biri mi yoksa inatçı keçinin teki mi? Paylaşımcı biri mi. Kazanmak için her yolu mübah gören hırs küpü mü? Gol atmaktan mı keyif alıyor asist yapmaktan mı? Zafer elde ettiğindeki tutumuyla hezimete uğradığında sergilediği davranışları nasıl? Empati yeteneği ne alemde? Bencil mi ya da iğneyi kendine batırabiliyor mu? Yüzlerce örnek verebilirim. Aklınızın bir köşesinde bulunsun.
Bunları neden yazdım? Nereye bağlayacağım?
Anlatayım.
ÇOCUKLARIMIZI NE KADAR TANIYORUZ?
Çocukların dört gözle beklediği ara tatile girdik malum.
Lise bire giden kızımla karar aldık, düzenli spor yapacağız diye. Yazın bol bol yüzüp masa tenisi oynasak da yeterli değil elbette. Yüzmeyi öğrendiği Türkiye Spor Yazarları Derneği’nin (TSYD) Leventteki tesislerine gidip spor yapacağız düzenli olarak. Bu sayede birbirimizi biraz daha iyi tanıma fırsatımız olacak belki de…
Ebeveynler olarak çocuklarımızı yeterince tanımıyoruz maalesef.
Kaliteli zaman geçirmiyoruz.
Bu noktada sayısız bahane üretmekte üstümüze yok üstelik.
Ancak;
Çocukların kolaylıkla ulaşabileceği, geçim derdiyle boğuşan velilere masraf çıkarmayacak ve güvenli bir şekilde spor yapabileceği alanlar yeterli mi?
ÇOCUK VE MEKÂN
Marmara Üniversitesi Spor Yönetim Bilimleri’nde Yüksek Lisans öğrencisiyken, Çocuk ve Mekân konulu ödevimde bu konuya yer vermiştim.
İstanbul’da nüfus oranı kontrolsüz bir şekilde artarken, yeşil alanlar ve oyun parkları kontrollü bir şekilde azalıyordu. İmdada okul bahçeleri yetişiyordu.
Bizler şanslı nesilleriz.
80’li yıllarda oyun alanlarımız alabildiğine genişti. Betonlaşmamıştı büyükşehirler bile.
Kars’ta, özellikle bahar mevsiminde yağmur yağdıktan ya da karlar eridikten sonra mahallemizdeki top sahasından traktörlerin geçmesi, en büyük kabusumuzdu. Kocaman tekerlekler perişan ederdi sahamızı. Çimenler boy atıp top sahamız kendine gelene kadar Zübeyde Hanım İlkokulu’nun bahçesinde sürerdi futbol tutkumuz. 5’te devre 10 gol atanın kazandığı, süre olmadığı için saatlerce devam eden, dilimizi dışarda bırakan tutkumuz.
OKULLARIN BAHÇESİ RANT KAPISI OLDU
O günler geride kaldı kalmasına da yapılan icraatlar pes dedirten cinsten.
Eğitim haberleriyle fark yaratan Sultan Uçar imzalı bir haber yayınlandı geçtiğimiz günlerde SÖZCÜ’de.
Okul bahçeleri otopark oluyor! diye.
Nasıl yani diye sormadan edemedim haberi okuduğumda.
‘İstanbul’dan Hatay’a okul bahçeleri otopark, bodrumları depo ve spor salonları bu ay içinde açık artırma ihalesiyle kiraya verilecek.’ diye başlıyordu haber.
Otopark ihalelerinden gelecek olan yüzlerce milyonluk gelir, bakanlıklar arasında pay edilecek, temizlik personelinin parasını bile ödeyemeyen okullara ekstra bir gelir sağlanmayacaktı üstelik. Haberin ayrıntısını aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz gözünüzden kaçtıysa.
https://www.sozcu.com.tr/okul-bahceleri-otopark-oluyor-p125618
Allah akıl fikir versin.
İşin acı tarafı, artık şaşırmıyoruz neredeyse hiçbir şeye.
Tepkisiz bir topluma dönüştürüldük çeyrek asırda.
Görmek, acı gerçekleri görmek hele ki, hastalık kabul edilir oldu körler diyarına çevrilmiş memlekette.
Bu meseleyi kıymeti bilinmeyen sosyologlara havale edip konuya döneyim.
ÇOCUKLARINIZLA FUTBOL MAÇINA GİTMEYİN
Spor tutkunu bir baba olarak bu yazıyı anne babalar için yazdım.
Galiz küfürlerin edildiği futbol maçına götürmeyin bu aralar çocuklarınızı.
Hakem kararlarına ana avrat küfreden, tuttuğu takımın futbolcusunun performansını beğenmediği için yedi sülalesini yad eden, yaşadığı stresin acısını tribünlerde fütursuzca çıkaran, gün geçtikçe fanatikleşen taraftarlardan uzak tutun bu aralar çocuklarınızı.
Sırf maçlara gidebilmek için Hukuk Fakültesi, Kamu Yönetimi vs. gibi bölümleri kazanabilecek puanım varken gazeteciliği tercih etmiş biri olarak acı verse de tekrar vurgulamak isterim, bu atmosfer devam ettiği sürece futbol maçlarına götürmeyin yavrularınızı.
Hele ki derbi maçlarına… Aman diyorum.
EN SON NE ZAMAN OYUN OYNADINIZ?
Çocuklarınızla oyun oynayın. Her fırsatta oynayın.
Oyun her yaşta oynanır, doğumdan ölüme kadar! Ama bütün özelliklerini içinde bulunduran gerçek oyunlar çocukluk dönemlerinde oynanır. Çocukluk dönemi hep oyun demektir.
Oyun; çocuğun psikomotor gelişim ve becerilerinin kazanılması, sosyal ve dil gelişimlerinin tamamlanması için en gerekli araçtır.
Günümüz çocuklarının en büyük handikabı yeterince oyun arkadaşlarının olmaması değil mi?
Oysa ki bizler, bir oyundan sıkılsak anında başka bir oyun icat eden nesildik.
Ya şimdilerde…
Teknolojinin esiri oldular evlatlarımız.
Görme bozuklukları, obezite yaygınlaştı.
Anti sosyal varlıklara dönüşüyor en kıymetlilerimiz.
Büyüdüklerinde ‘Bu çocuk niye böyle oldu’ diyenlerin sayısı o kadar çok ki.
Özetle;
Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), elinden gelse ‘Beden Eğitimi’ dersini müfredattan çıkaracak. Çocukların oyun alanlarını otoparka çeviren zihniyetten bir beklentim yok.
Evladı için gözünü kırpmadan canını verecek anne babalardan ise çok.
Canınızı vermenize gerek yok canlarınız için.
Biraz daha fazla oyun oynayın kâfi. Oyun oldukça verimli spordur aynı zamanda. Emin olun bu sizlere de iyi gelecektir.
NOT:
Çocuğunuzla oyun oynadıktan sonra bir de güzel film izleyin birlikte.
Önerim;
CENNETİN ÇOCUKLARI
Yönetmenliğini Majid Majidi’nin yaptığı, Oscar Ödüllerinde İran’ın adayı olmayı başarabilen kült bir yapım.
1997'de çekilen film, bir çift ayakkabıyı paylaşmak zorunda olan iki kardeşin hikayesi üzerinden Ortadoğu kültürünü naif bir sinema diliyle anlatan aynı zamanda yoksulluk üzerinden hayatın adaletini sorgulatan bir yapıt. Toplumdaki sınıf ayrımını, derin maddi uçurumu, iletişimsizliği, yabancılaşmayı ve tüm bu çözülmeye rağmen, değerlerine, inançlarına sarılan insanların hayata tutunuşlarını, kaybolan bir çift eski ayakkabı üzerinden başarıyla anlatan eleştirel bir film.