Kahramanmaraş’ın işlek caddesinde dükkanı vardı. Bakır işi yapıyordu. Kente yolu düşenlerin mutlaka uğradığı bir işyeriydi. O kış gününde de çok sayıda müşteriyi ağırlamış, hatırı sayılır bir satış rakamına ulaşmıştı.

“Şu kış bitsin, Nisan ayı gelsin, işler iyice açılır” diye düşünüyordu. Çünkü baharla birlikte GAP turları başlayacak, Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanından turistler, Göbeklitepe’yi görmeye geldiklerinde, Maraş’ı da görmeden geçemeyeceklerdi. Böylece işleri de açıldıkça açılacaktı.

Akşam hava karardığında bu umutlarla evinin yolunu tuttu bakırcı Ahmet…

★★★

Sıcacık evinde her zaman olduğu gibi eşi Azime ve kızı Derya kapıda karşıladılar onu. Dünya tatlısı kızı sımsıkı sarıldı bacaklarına babasının. Babası da yanağından bir öpücük aldı. Bir öpücük de Azime’nin yanağına kondurdu. Şapkasını ve paltosunu vestiyere astı. Lavaboda ellerini yıkayıp salona geçti. Karısı, komşuları Selim Beylerin misafirliğe geleceğini söylediğinde yüzünde gülücükler oluştu. Çünkü çok severdi onları…

Tam yemeğini bitirmişti ki kapı zili çaldı. Beklenen misafirler gelmişlerdi. Tüm aile konukları kapıda karşıladı. 5 Şubat’ı 6 Şubat’a bağlayan gecenin felaket getireceğinden habersiz,  konuklarıyla çay içtiler; sohbet ettiler.

★★★

Gece 6 Şubat’a devrildiğinde konuklar izin isteyip kalktılar. Ev sahipleri de etrafı toplayıp gecenin koynuna girdiler. Hem kızının hem de kendi yatak odalarının bir kenarında her zaman bir deprem çantası bulunuyordu. Su ve birkaç parça kuru yiyeceğin olduğu bir çanta…

Cep telefonları da yatak odasındaydı.

Uykularının en derin yerinde korkunç bir sarsıntıyla uyandılar.

Müthiş bir deprem oluyordu. Hemen kızının odasına yöneldi. Evladını kucakladığı gibi ikinci kattan hızla aşağıya doğru koşmaya başladı. Azime de peşlerinden geliyordu. Zifiri karanlıkta ve son anda kendilerini sokağa attılar. Oturdukları evin karşısındaki boş araziye ulaştırdıklarında, koca koca binalar üzerlerine gelerek, domino taşları gibi devriliyorlardı. Öylesine çok çığlık atılıyordu ki, bu haykırışlar, çöken binaların seslerini bile bastırıyordu. Çok geçmeden pijama ve yalın ayak sokağa çıkmayı başaran şanslılar toplandılar bulundukları alanda…

★★★

Gün ışıdığında yaşadıkları korkunç felaketin boyutlarını görmeye başladılar. Ve hemen çöken binaların altından yükselen “Kurtarın bizi!” çığlıklarını atanların yardımına koştular.

Beton kırıklarını yarı donmuş elleriyle sağa sola fırlatıp göçük altından gelen seslere ulaşmaya çalıştılar. Herkes çaresizlik içinde bir şeyler yapmaya, hiç olmazsa birkaç canı kurtarmaya uğraşıyordu.

Ahmet, üç yaşlarındaki bir kız çocuğunu göçüğün kenarından çekip dışarıya almayı başardığında gözlerine inanamadı. Evet minik kızı kurtarmıştı ve yaşıyordu. Peki ya ailesi? Onları kim, nasıl kurtaracaktı?..

★★★

Kar altında yarı çıplak insanlar, kendilerini düşünmeden, yıkıntı altındakileri kurtaramamanın çaresizliği ve acısıyla iki gün geçirdiler. Yine de elleri beton sıyrıklarından kanlar içinde kalıncaya kadar çığlık atanları kurtarma seferberliğini aksatmadılar.

Geceleri 8-9 kişi hasar görmeyen bir arabaya doluşuyor, sığmayanlar bagajlarda sabahlıyorlardı.

İki gün boyunca dışarıdan yardımlarına gelen olmadı! Aç ve susuz geçirdiler o iki günü. Suları bitince kar suyuyla idare ettiler.

Cep telefonlarını yanına alabilenler ancak üç gün sonra tanıdıklarına ulaşabildiler. Tabii bitmek üzere olan şarjların izin verdiği kadarıyla…

★★★

Herkes etrafta gördükleri bir iki iş makinesi ile kurtarma ekiplerini kendi yaşadıkları binaya götürmek için yalvar yakar oluyordu.

Kurtarmaya gelen ilk AFAD ekipleri, hemen yoğun bir şekilde çalışmaya başladılar.

Kullanılmış giysiler ve kuru yiyeceklerden oluşan ilk yardımlar, üç gün sonra gelebildi. Bir battaniyenin ne kadar yaşamsal değerde olduğunu Bodrum Belediyesi’nin yardım TIR’ı geldiğinde anladılar.

Ankara’dan kardeşi aradığında sanki dünyaya yeniden gelmiş gibi his oluştu bakırcı Ahmet’in acılı yüreğinde. Kardeşi şarjı tükenmek üzere olan telefonda “Hemen Ankara’ya gelmelisiniz” deyince, beş parasız, hatta kimliksiz olarak yola çıktılar.

İlk benzinlikte depoyu doldurdular. Helal süt emmiş istasyon sahibi paraları olmadığını öğrenince “Olsun, daha sonra gelip verirsiniz!..” deyince ağlamamak için kendilerini zor tuttular!

★★★

Ankara’ya gecenin geç saatlerinde ulaşabildiler.

Hayatları boyunca unutamayacakları o üç günlük travmadan sonra ilk defa sıcak bir evde, sıcak bir çorba içebildiler.

Ertesi gün kardeşiyle birlikte Çankaya Belediyesi’nin yardım toplama ve dağıtma merkezi olan Ahmet Taner Taner Kışlalı Spor Salonu’na gittiler.

Deprem bölgesine gönderilmek üzere toplanan giysilerden istedikleri kadar alabileceklerini söyledi görevliler.

Ahmet ve ailesi belediye görevlilerinin hüzünlü bakışları arasında ikinci el giysileri alırken dudaklarından şu sözcükler döküldü:

“Kardeşlerim Allah sizlerden razı olsun. 5 Şubat akşamı biz de aynı sizler gibi sıcak evimizdeydik. Yedik, içtik, mutluyduk. Kimseye muhtaç olmayacak kadar da bir gelire sahiptik. O korkunç sabah saat 04.17’de uyandığımızda artık ne evimiz, ne de işimiz vardı. Çok şükür canlarımızı kurtarabilmiştik ama yatak giysilerimizle ortalıkta kala kalmıştık.

Ayağımızda bir terlik bile yoktu!..

Şimdi sizlerin giymediğiniz ayakkabıya, kullanmadığınız bir gömleğe, bir paltoya muhtaç haldeyiz! Buna da şükürler olsun. Ya enkaz altında kalanlar? İki gün boyunca çığlıklarına bir karşılık bulamayıp can verenler?

Evet, buna da çok şükür. Yaşıyoruz ya!...

(Bu yazıya esin kaynağı olan değerli okurum, emekli öğretmen Hamza Saykan’a çok teşekkür ederim.)