Ali Rıza Dedem tırpanları özenle dövmüş örsün yanına sıra sıra dizmişti.
Oturduğu örste yüzünü bize doğru dönüp birinci sigarasını yaktı. “Acıktınız mı” diye sordu.
“He, acıktık” dedim.
Çayıra gün doğmadan önce geldiğimizden yemeği daha öğlen olmadan yerdik.
Yemek dediğime bakmayın, lavaşın içine biraz taze çeçil koyar, bir de domates alıp ısıra ısıra yerdik. Şanslıysak biraz da yeşil soğan olurdu.
Çay için tetenle (merada kurumuş sığır gübresi) yaktığımız ateşin içinde kartol da (patates) pişirdiysek ve tatlı yerine de karpuz varsa o yemek ziyafete dönüşürdü.
Şu detayı da bir kenara not etmenizi rica ediyorum: Henüz domatesin domates gibi koktuğu, karpuzun kabakla karışmadığı, üzümden bal damlayan günlerdi.
Dedem mavi kısık gözleriyle uzaktan bize doğru gelen abime bakıp, “Köpoğlu yaylana yaylana geler. Ac gırılacağız” dedi.
Abim, getirdiği yemekleri gölge yapsın diye topladığımız otların kenarına koyup, büyük bir heyecanla üniversite sınav sonuçlarının açıklandığını anlattı.
Dedem ne okuyacağımızı değil, nerede okuyacağımızı sordu. Abim Erzurum’da ben Ankara’da okuyacaktım. Dedem gururlanıp keyfi yerine gelse de hüzünlendi biraz.
Ateşin üzerinde kaynayan isli büyük demliği işaret edip “Çayı getirin, yiyip kalkalım. İkindiden önce bitirelim” dedi.
Tarlanın altındaki soğuk su kaynağından su içip elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra biçine devam ettik. Otlar kuruyana kadar tırmık yapmayacağımız için mutluyduk.
Üniversite için gideceğimiz şehirlerde başımıza geleceklerden habersiz ama heyecanlıydık.
O çayırda, yeni biçilmiş yeşil ot kokuları arasında öğrendiğimiz aslında geleceğimiz, belki de kaderimizdi.
★★★
Yaklaşık iki ay sonra Kars’taki otobüs garajından Mercedes 302 model Doğu Kars otobüsüne binerken korkuyordum.
Kırsalda büyümüş biri olarak büyük bir şehirde ürkütücü bir keşmekeşin içinde bulacaktım kendimi.
Ankara’ya vardığımızda Keçiören Kavşağı’nda inmem tembihlenmişti.
Ne yazık ki şoför unuttuğundan Ankara otobüs terminaline kadar gitmek zorunda kaldım.
İlk gerilimi valizimi bagajdan alırken yaşadım.
Valizimin üzerindeki kutunun sahibi, kutuda video oynatıcı olduğunu, valizimi alırken dikkatli davranmadığım için kırılmış olabileceğini iddia ediyordu.
O “Kırılsa ödeyecek misin” diye bağırırken ben hızla oradan uzaklaşmıştım.
Tam ana caddeye çıkacakken bir kadın yolumu kesti.
“Evladım, hastanede hastam var ve kalacak yerim yok. Açım. Bir çorba parası verir misin?”
Daha 16 yaşını doldurmamış, köyden ilk defa çıkmış bir çocuğun Ankara’ya ayak basar basmaz başına gelenlere bakar mısınız?
Neyse ki yaşlı bir amca gelip kadını yanımdan uzaklaştırdı. Karşı kaldırımda ve kavşağın diğer tarafında iki kadın daha gösterdi ve “Bunlar dilenci, yalan söyleyip sizin gibi gariban köylüleri kandırıyorlar” dedi.
Nihayet bir taksiye binip Keçiören’de gideceğim adresi vermiştim. Keçiören Kavşağı’nda inmediğim için yolu uzatmış ve daha fazla taksi parası vermiştim (bir süre sonra parasız kalınca o gün taksiye verdiğim paranın ne büyük bir lüks harcama olduğunu anlamıştım).
★★★
Yurt çıkmadığı için bir ay boyunca Keçiören’de babaannemin kız kardeşinin evinde kalmıştım.
Evde üç yaşlı insan yaşıyordu. Onlara yük olmamak için elimden gelen her şeyi yapıyordum. Evin çocuğu gibi her işlerine koşuşturuyordum.
Yine de hep yük olduğum hissine kapılıp kendimi suçlu hissediyordum.
Süre uzayınca babaannemin kardeşi (kendisine “hala” diye sesleniyordum), bizimkilere yurt çıkmazsa kaydımı dondurup Kars’a dönmem gerektiğini söylemeye başladı.
Haklıydı da...
Evde yalnız kalmıyordu ve başka misafirleri de oluyordu.
★★★
Artık her gün Kurtuluş semtindeki Kredi Yurtlar Kurumu İl Müdürlüğü binasına gidip yedek listedeki sırama bakmaya başlamıştım. Akşamları da “45 kişi kaldı bir haftaya çıkar” gibi cümlelerle halamı teskin etmeye çalışıyordum.
Bir taraftan özel yurtlara ve ev arkadaşı ilanlarına bakıyordum.
Özel yurt diye gidip tarikat/cemaat yurdu olduğunu anlayınca kapısından döndüğüm kaç yurt oldu saymadım.
Bulduğum evlerin kirası ise el yakıyordu.
O yıl aynı anda iki üniversite öğrencisi okutacak babamın o paraları vermesi imkansızdı.
37 gün sonra bir yurda yerleşebilmiştim ve onlar hissettirmemeye çalışsa da üniversite hayatımın psikolojik açıdan en gergin dönemi akrabalarda kaldığım o 37 gün olmuştu.
★★★
“Yurtsuz yuvasız kalma, başkalarının sırtına yük olma” hissi, üniversiteyi bırakıp memlekete dönmeyi düşündürecek kadar ağırdı.
İyi ki direnmişim.
Bugünlerde en çok gelen yardım talebi üniversite öğrencilerine yurt bulmakla ilgili.
Her yurt talebi geldiğinde o 37 günü anımsıyorum.
Ne yazık ki üniversitelilerin barınma sorunu benim üniversiteye başladığım dönemden çok daha büyük. Ev kiraları, yurtların yetersizliği had safhada.
1988’de yaşadığım o stresi ve gerilimi bugünlerde on binlerce gencin aynı anda yaşadığını, bazılarının geri dönmek zorunda kaldığını düşündükçe içim acıyor.

Yurtsuz yuvasız kalmak
Deniz Zeyrek
Yayınlanma: