Sibel Can ve Miami Beach’in biraz dışındaki evi.

Ha­tır­la­yan­lar ola­cak­tır, “Te­le­vo­le­” za­ma­nın­da Si­bel Ca­n’­ın meş­hur bir etek dan­sı var­dı. Ha­ni dar si­yah bir el­bi­se giy­miş­ti, sah­ne­de ete­ği­ni çe­kiş­ti­re çe­kiş­ti­re dans edi­yor­du. İş­te Mia­mi tam da böy­le bir yer: Tam an­la­mıy­la es­te­tik de­ğil, kı­ya­fet o ba­lık eti vü­cu­da tam otur­ma­mış, dans de­sen pek dans da de­ğil, ero­tizm­den de baş­ka bir şey an­lı­yo­ruz so­nuç­ta. Ama bir şe­kil­de in­san bak­ma­dan ede­mi­yor iş­te.
Will Smith 90’lar­da meş­hur olan “Mi­ami­” şar­kı­sın­da iki gün­lü­ğü­ne ge­lip her se­fe­rin­de uzun kal­dı­ğı­nı söy­lü­yor. Be­nim­ki de öy­le. Mev­si­mi de­ğil, bi­li­yo­rum.
Ama New Yor­k’­a ya­kın ve sı­cak ha­va dal­ga­sın­dan ka­ça­yım di­ye iki gün­lü­ğüne gel­dim. Bir haf­ta­dır bu­ra­da­yım ve dön­me­sem mi di­yo­rum.
So­ho Be­ach Ho­use’­un so­yun­ma oda­sın­da bir em­lak­çı “Son bir yıl­dır Tür­ki­ye­’den bu­ra­ya ina­nıl­maz bir pa­ra akı­şı var, sü­rek­li ev alı­yor­lar, ne­den son bir yıl ama­” di­yor ba­na. Bir dü­şü­ne­lim: 17-25 Ara­lık ?
Şe­hir ilk baş­ta hiç gü­zel gö­zük­mü­yor. An­tal­ya­’y­la Kıb­rıs ara­sı.
Sa­hil şe­ri­di­ni de­va­sa otel­ler ve re­zi­dans­lar kap­la­mış, hal­kın de­ni­ze eri­şi­mi­ni ke­se­cek ka­dar. Bem­be­yaz bi­na­la­rın pek ço­ğuy­la, me­se­la Fo­un­ta­inb­le­au Ho­te­l’­in mi­ma­ri­siy­le Flo­ri­da­lı­lar pek övü­nü­yor ama tıp­kı Si­bel Ca­n’­ın kı­sa ete­ği gi­bi tam otur­ma­yan bir şey var. Çok çir­kin bi­na­la­rı da olan çok gü­zel bir şe­hir Mia­mi. Muh­te­şem ma­li­ka­ne­ler ve Türk­le­rin ba­yıl­dı­ğı, dai­re al­dık­la­rı bi­na­lar var.
Si­bel Can tam da So­uth Be­ac­h’­in or­ta­sın­da de­ğil de, bi­raz uzak­ta ev al­mış­tı. 20 yıl ön­ce­sin­den ha­tır­lı­yo­rum Mia­mi ha­ber­le­ri­ni; ne­den­se bu se­ne­nin ma­yıs ayın­da bir­den “Si­bel Can Mi­ami’­de ev al­dı­” di­ye ha­ber­ler çık­tı.
Re­fe­rans­la­rı Si­bel Can ve Acun Ilı­ca­lı olan bir şe­hir­de ne işim var di­ye yıl­lar­ca red­det­tim Mi­ami’­ye gel­me­yi... Ama bir yan­dan da hep me­rak et­tim, ne­dir bu Türk­le­ri bu şeh­re çe­ken di­ye... İlk cu­ma ak­şa­mı he­men an­la­dım.
Mia­mi sta­tü­nün sa­de­ce pa­ray­la be­lir­len­di­ği bir şe­hir. New York öy­le de­ğil me­se­la: Pa­ra ta­bi­i ki önem­li ama sa­de­ce ka­ba­rık cüz­dan yet­mi­yor, ya­nın­da bi­raz gör­gü, bil­gi, kül­tür de ge­re­ki­yor. Hat­ta pa­ra yok­sa bi­le di­ğer­le­riy­le va­r o­lu­na­bi­li­yor. Mia­mi, tıp­kı Las Ve­gas gi­bi, sı­nıf­çı­lı­ğın had saf­ha­da ol­du­ğu, pa­ra­yı ve­re­nin dü­dü­ğü çal­dı­ğı bir yer.
Bu yüz­den Ta­rab­ya Ote­li­’nin es­ki ha­liy­le An­tal­ya­’da­ki her­han­gi bir te­si­sin kır­ma­sı Fo­un­ta­inb­le­au’­da bol­ca Arap tu­rist var.


Miami Beach dev ve çirkin binalarla kaplı olmasına rağmen yine de çekici bir yer.

İb­ra­him Tat­lı­se­s’­in ge­lip de bu otel­de kal­ma­sı, Si­bel Can ve ço­cuk­la­rıy­la lo­bi­sin­de poz ver­me­si bo­şu­na de­ğil. Es­te­tik­siz­li­ği kan çe­ki­yor.
Tam da bu yüz­den Acun Ilı­ca­lı ve Si­bel Can ge­lip Mi­ami’­ye yer­le­şi­yor­lar. Çün­kü Acun Ilı­ca­lı ve Si­bel Can ol­ma­la­rı­nı pa­ra­la­rı ol­du­ğu sü­re­ce me­se­le ol­mu­yor bu­ra­da. Emi­nim, kral gi­bi kar­şı­la­nı­yor­lar­dır. Dü­şün­se­ni­ze, dan­söz­lük, Nu­riş çe­te­si, her tür­lü ka­ran­lık iliş­ki, bir do­lu skan­dal der­ken Mi­ami’­de pa­ra­sıy­la bir “lad­y” Si­bel Can.
Sis­tem sa­de­ce tu­rist­le­ri ve pa­ra­yı ra­hat et­tir­mek üze­ri­ne ku­rul­muş. O ka­dar ki, tu­rizm eko­no­mi­si­ni dön­dü­ren ya­ban­cı­lar ol­du­ğun­dan “Bun­lar bah­şiş bı­rak­ma­yı bil­me­z” di­ye dü­şü­nü­le­rek oto­ma­tik ola­rak her he­sap­tan yüz­de 18 alı­nı­yor.
Lo­kan­ta­la­rın he­men hep­si bir­bi­ri­nin ay­nı yi­ye­cek­le­ri su­nu­yor. Za­ten on­lar dı­şın­da da hep üst sı­nıf zin­cir mar­ka­lar var: Cip­ri­ani, No­bu, Hak­ka­san, Bao­li... Her yıl Ame­ri­ka­’nın bir böl­ge­si­ni baş­tan ba­şa do­laş­tı­ğım bir ar­ka­da­şım bu ül­ke­nin bir ku­ral­lar ve ya­sak­lar mer­ke­zi ol­ma­sın­dan ya­kı­nı­yor. O ka­dar çok de­ne­tim var ki: Ca­li­for­ni­a’­da 1:30’dan son­ra iç­ki sat­mı­yor bar­lar.
Ma­ine’­de ba­zı plaj­la­ra ora­da otu­ran­lar dı­şın­da gir­mek ya­sak... Ya­sak­lar ve ku­ral­lar­la sis­tem ku­sur­suz iler­li­yor ama.
Mia­mi ise bir baş­ka ül­ke­nin baş­ken­ti gi­bi. Me­se­la her yer­de fo­sur fo­sur si­ga­ra içi­li­yor: Böy­le bir Ba­tı şeh­ri kal­dı mı? Tu­haf bir ben­zet­me ola­cak ama ilk kez Di­yar­ba­kı­r’­a git­ti­ğim­de “Bu­ra­sı Tür­ki­ye de­ği­l” de­miş­tim, Mia­mi de ke­sin­lik­le ABD de­ğil.
Ge­ce ku­lüp­le­ri sa­bah 7’ye ka­dar açık.
Co­ol ol­mak, şık gö­rün­mek gi­bi bir kay­gı yok çün­kü hiç kim­se co­ol de­ğil, hiç kim­se şık de­ğil. Ama her­kes çok ra­hat. Ru­hen de.
En şık er­kek Re­ha Muh­tar gi­bi gi­yi­ni­yor, o ka­da­rı­nı söy­le­ye­yim.
Ama iş­te ke­sin­lik­le bir çe­ki­ci­li­ği var. Bir tür pes­pa­ye çe­ki­ci­li­ği...

12 saatliğine Key West

Ertuğrul Özkök nerede dayak yiyecek?




Hemingway’in Key West’teki evi artık müze.

Görevden alınmadan yaklaşık beş ay önce Ertuğrul Özkök Hürriyet’teki yöneticilik günlerinin bitmeye yaklaştığını hissetmiş, bir pazar yazısında okura hissettirmişti. Belki de yazdığı en güzel pazar yazılarından biriydi.
Coldplay’in kellesi gümüş tepside istenen bir hükümdarın hikayesini anlatan “Viva La Vida” şarkısından yola çıkarak bir iç hesaplaşmaya girişmişti.
İşte o yazıdaki bir satıra, bir gelecek planına hemen kendimi eklemiştim.
Key West’e gidip Ernest Hemingway’in içtiği barların birinde dayak yiyecektik birlikte. Özkök ilk kez 2007’de gitmişti Amerika’nın en güney ucuna. Miami’den üç buçuk saatlik bir araba yolculuğuyla varılıyor. Tam karşısında, sadece 90 mil ötede Havana var.
Key West sadece buraları keşfeden Hemingway değil, büyük bir aşkın ertesinde bu küçücük adaya yerleşen Tennessee Williams’la da meşhur. Bugün Hemingway’in evi bir müzeye dönüşmüş durumda. Turistler yazarın mirası kedilerin çişleriyle kokuttuğu evin önünde sıra bekliyor.
Zamanında gay arkadaşlarını Key West’e davet ederek buranın izole bir eşcinsel cennetine dönüşmesinde katkısı bulunan Williams’ın evini ise bir başkası almış, eşyaları belediye binasında, evin önünde ise hiçbir işaret bile yok.
Bir günlük Key West seyahatim için biraz saha araştırması da diyebiliriz. Gidip hâlâ oralarda sabahlara kadar içip dayak yiyeceğimiz gün için...
Ama Key West o Hemingway ruhunu da pek taşımıyor gibi artık.
Barlar daha çok Gümbet barlarına benziyor. Sokaklar sarhoş, çok sarhoş, hatta neredeyse ilk kez sarhoş olmuş tek tük insanla inliyor. Yoksa çok sessiz bir yer.
Bir gece yarısı Miami’den Key West’e varıp arabayı park ediyorum ve daha ilk o sokakta gizemli bir hava sarıyor etrafımı.
Sömürge mimarisini andıran malikanelerin avlularında ne kirli hikayeler dönüyor diye aklımdan geçiyor. Kesinlikle böyle bir havası var Key West’in.
Barlar sokağında striprizci genç erkekler kaldırımda müşteri tavlıyor. Birkaç bina ötede masaj salonlarında genç kadınlar giyinik ya da çıplak, altsız ya da üstsüz masaj yapmayı teklif ediyor. Masöz için de müşteri için de kıyafet‘opsiyonel.’ Bir kadın içeri davet ediyor, epey ısrarlı. Sonunda reddetmek için artık onu pes ettireceğimi düşündüğüm kartımı oynuyorum: “Penisiniz var mı” diyorum. “Oyuncaklarım da var” diyor.
Bu adada hayır diye bir sözcük yok demek ki. Ama aynı zamanda hemen hemen hiç kimsenin sex app’lerini kullanmadığı bir ada. Hâlâ barlarda mı tanışılıyor?
Otellerin neredeyse tümünün kapısında‘Yer yok’ yazıyor ama hiç kimse sokaklarda görünmüyor.
Sanki bir ev kiralayıp (haftalığı 4-5 bin dolar yazıyor emlakçıların camında) birkaç hafta kalıp ancak içine girip, ancak yol yordam öğrenmelik bir yer gibi... İki dev yazar burayı bellediyse boşuna değil herhalde... Bir gizemi var... 12 saatte anlaşılmayacak kadar... Sabah uyanıyorum, dünyanın en güzel yollarının birinden, iki tarafı su olan tek şeritli bir yoldan hızlıca Miami’ye dönüyorum.

Kesip saklayın

Miami önerileri




Versailles harika bir Küba lokantası, tatlılar arasında ‘trileçe’ de var.

1. Chef diye bir film var, geçen senenin en beklenmedik başarılı filmi oldu. Bir kısmı Miami’de geçiyor, daha da önemlisi Versailles adlı Küba lokantasında yemek yedikleri bir sahne var. Versailles önemli bir yer, bizdeki “aile lokantaları”nı andırıyor biraz. Aşırı aydınlık. Yemekler klasik, ucuz ve çok güzel. Bazı akşamlar 2:30’a kadar açık. Mojito muhteşem ve sadece 6 dolar. Normalde 15 dolar kokteyller Miami’nin çoğu yerinde.
2. Dünyanın çeşitli yerlerinde sahte Brooklyn’ler oluşmaya başladı. Londra’da Shoreditch mesela... Miami’nin Brooklyn’i andıran, sanat galerileri, özel kahveciler ve sağlıklı yiyecekler satan dükkanların bulunduğu bölgesi Wynwood. Duvarlarda graffitti’ler, birkaç sokak arkadaysa Merter’i andıran toptancılar. Karakterli bir yer.


Wynwood bölgesinde binalar hep resimlerle kaplanmış.

3. Grand Central: Eski bir tren istasyonunu gece kulübü haline getirmişler, Cuma geceleri hip-hop ve R&B çalıyor ve çok güzel bir kalabalık oluyor. Müzik harika, ortam iyi, aşırı genç. Güzel insanlar.
4. Bodega: Görünüşte bir taco kamyonu. Bir buzdolabı kapısı var, açıyorsunuz, gizli bir tünel arka tarafa yönlendiriyor. Ciddi bir gece kulübü, canlı müzik de yapılıyor. Bodega’nın önünde hemen herkes birbirine “Bak burada arka kapıdan giriyorsun, sonra gece kulübü çıkıyor karşına” diye büyük sırrı anlatıyor.

Beş maddede Engincan Ural




Engincan Ural son yılların en ilginç magazin figürü.

Belli ki Miami’de biraz kafası karışmış. Bol para harcayan görgüsüz Euro-trash stiliyle Amerikan sokak modasını harmanlamaya çalışmış. Ama tarzı kesinlikle Miami değil. En lüks gece kulüplerinde bile insanlar böyle giyinmiyor. En azından onun yaşındakiler... Hip-hop artık ana akım kültür oldu, bundan da nasibini almış. O yüzden Kanye West gibi giyinmeye çalıyor, zaten hayranı, birlikte fotoğraf bile çektirmişler. Kıskandım.
Ama işte Kanye’de durduğu gibi durmuyor o Louboutin ayakkabılar, Balenciaga’nın Arena modeli olmuyor. Yves Salomon kürkü mesela: Bunlar dergide güzel duran şeyler. Belli ki o da logo düşkünü, kim yargılayabilir?
Bence kesinlikle boş biri değil. Neredeyse bütün Instagram fotoğraflarına baktım. Kendine özgü bir “şey” tutturmuş. Ama tam olarak ne, işte bütün çarpıklık orada. Yine de Sibel Can ve Hakan Ural’ın oğlundan bahsediyoruz, kendi tarzını araması bile başarı. Oturup bir gün Miami’de sohbet etmek isterim, bence son yıllarda magazine düşen en ilgi çekici karakter. Sırtındaki yükü atsa rahatlayacak. Üzerindeki baskılardan kurtulsa mesela. Belli ki babanın kızını dudaktan öptüğü tuhaf bir ailede büyümüş, anneyi hatırlatmıyorum bile.
Yine de iyi çıkmış. Bir devrim yapabilir istese. Bütün ezberleri bozabilir. Zincirlerini kırabilir. Kırabilse... Sonuçta bir dolap Karagümrük’te de Miami’de de dolaptır. Kapısını açıp dışarı çıkmak bizim elimizde.

İletişim: Bana Twitter, Facebook ve instagram’dan ulaşabilirsiniz: @orayegin.