Olmayan kulelerin tepesinde



Philip Petit 1974 yılında New York’taki İkiz Kuleler’in arasında bir kablo
gererek üzerinde yürüdü.

Hayatı boyunca hiç bu şehre gelmemiş biri için bile New York yükseklik demektir, eminim. Gökyüzünü delmek için birbiriyle rekabet eden dev binaların oluşturduğu siluet hem başka şehirlere ilham vermiş, hem de kendi taklitlerini yaratmış. Çünkü bu kadar büyüleyici bir manzara bu. Evet, Türkiye’de “Mashattan” olması boşuna değil.
Gökyüzünü delme idealizmini, 2001 yılında yerle bir olan İkiz Kuleler’den, iki uçağın yıkıp dünyanın seyrini değiştirdiği o Dünya Ticaret Merkezi’nden daha iyi ne temsil edebilir? Bugün bile hâlâ Manhattan Adası’nın güneyine doğru baktığınızda siluetteki eksikliğini hissediyorsunuz.
Fransız filozof Jean Baudrillard için Amerikan kapitalizminin en simgesel örneğiydi kuleler. Dünya Ticaret Merkezi, iki kuleden oluşarak kapitalist bir sistemin dikey rekabetçilik anlayışını simgeliyordu. Uçakların hedefi de bu açıdan önemliydi: Saldırılan özünde Amerikan kapitalizmiydi. Sonunda Osama Bin Laden öldü ama “terörle savaş” Amerika’yı ekonomik krize ve milyarlarca dolarlık bir sonu gelmez savaş deliğine götürdü. Kim kazandı?
Dijital olarak yeniden yaratılan kulelerin arasında yürüyen Joseph Gordon-Levitt bu rol için ip cambazlığını öğrendi.

Dünya Ticaret Merkezi’nin tepesindeki lokantanın adı bile simgeseldi: Dünyaya açılan pencereler, diye kabaca çevirebiliriz. Yıkılmasının travma yaratması, inşasının da Fransa’daki bir ip cambazını bile büyülemesi boşuna değil.
Philip Petit’nin bir gazete haberinde İkiz Kuleler’in tamamlanmak üzere olduğunu görüp arasına metal kablo gererek yürümeyi kafaya koyması, 1974’te bunu başarması sadece şehrin tarihinde bu açıdan bir dönüm noktası değil. Kulelerin yıkılmasından sonra daha da mitolojik bir anlam kazanıyor bu yürüyüş.
Sinema tarihinin belki de “Aman sonunu söyleme” uyarısını tek geçersiz kılacak filmi “The Walk.”
Türklerle Batılıların farkı olarak ip cambazını izlerken bizlerin “Düşecek mi” diye baktığı iddia edilir. İşte bu filmin en gerilimli noktası da Petit kablodan düşecek mi, düşmeyecek mi. Oysa cevabınıbiliyoruz.
Petit hâlâ yaşıyor, hatta hikayesini kitap olarak yazdı, hakkında Oscarlı bir belgesel yapıldı ve şimdi sinemaya aktarılırken kendisini canlandıran oyuncu Joseph Gordon-Levitt’e bizzat ipte yürüme dersi verdi.
Sonu bu kadar belli bir film nasıl nefes nefese izlenir peki?
Birincisi, sinemanın büyüsü. Eskiden sadece sinema salonunda izlenince tadı çıkan, beyaz perdenin büyülü filmleri vardı. “Tehlikeli Yürüyüş” ya da orijinal adıyla “The Walk” yani sadece “Yürüyüş” böyle bir film.
Filmin büyülü olmasının asıl nedeni ise, her iddiasına girerim, olmayan kulelerin kolektif hafızamızdaki mitolojik boyutu. Filmin son karesinde uzun uzun kuleler tek başına yansıyor perdeye. Donuk bir kare gibi, oysa bulutlar, gölgeler, güneş ışıkları, yerde trafik, nehirde vapurlar günlük rutinlerine devam ediyor. Öylece baka kalıyorsunuz.

Robert Zemeckis

“10 yıldır bu filmle uğraşıyorum”




Dış görünüşüne bakınca bir deha
olduğunu anlamanın güç olduğu bir yönetmen Robert Zemeckis.

Robert Zemeckis’i sokakta görseniz, bir cafe’de falan karşılaşsanız onun “Forrest Gump”ın Oscar kazanan yönetmeni olduğunu anlamakta zorlanırsınız. Hele hele “Back to the Future” serilerinin, 2001’den sonraki en iyi bilimkurgu “Contact”in ardındaki beyin olduğu hiç aklınıza gelmez.
İyi bir aile babası, bir üniversite hocası, bir şirkette yönetici, kibar bir adam sanırsınız ancak...
Sinema tarihin çığır açan filmlerini yapan bir beyin nasıl olur da bu kadar sıradan görünür, nasıl bu kadar normal olabilir...
Geldi, elini uzattı, “Merhaba ben Bob” dedi, el sıkıştık, kendimi tanıttım.
Vaktim olsa beş altı saat konuşmak isteyeceğim biri Zemeckis. Ama biliyorum ki her soruya yanıtı aynı minvalde, sıradan, ilginçlikten uzak olacak. Geçiştirmek, baştan savmak değil de, hiç ilginç olmaya çalışmayan bir rahatlık. Ya da bu dolu kariyerin ardından kendini kanıtlama (anlatma) derdi olmaması.
Philip Petit’nin 1974 yılındaki yürüyüşünden beri sanat dünyasının ortak kanaate varamadığı bir konu var: Bu yürüyüş bir sanat mı, yoksa sadece bir dublörlük numarası, bir muziplik mi?
Robert Zemeckis’e soruyorum, “Bilmem hiç düşünmedim, ama çok da fark etmez, ayrıca buna karar verecek ben değilim” diyor.
İkiz Kuleler’e dair şahsi bir anısı, bu binalarla duygusal bir bağı var mı? “Hayır” diyor, “Elbette şehrin bir parçasıydı, yok oluşlarına çok üzüldüm ve hatırlanması gerekiyor ama benim özel olarak bir hatıram yok.”
Hep son sahnede kulelerin ekrandan silinmesini beklediğimi söylüyorum. “Hiç düşünmedim, aklıma bile gelmedi, gereksiz yere bir yorum katmak olurdu” diyor. “Ben sadece Petit’nin yürüyüşünü anlatmak istedim.”
Aynı yürüyüşü anlatan ve nispeten çok izlenen Oscar almış bir belgesel olması da Zemeckis’i yolundan döndürmemiş. “Man On Wire”dan farklı bir film sonuçta bu. Daha masalsı, daha dar bir pencereden bakan, tekniğini konuşturan. Nitekim filmi ilk kez 10 sene önce hikayeyi birisinden tesadüfen duyunca tasarladığını anlatıyor. 3 boyutlu sinemanın gelişimi filmin çekilme zamanını da belirlemiş.
Tam zamanı şimdi. Film iki gün önce Türkiye’de de tüm dünyayla birlikte vizyona girdi ama önceden izleyenlerin bir kısmı baş dönmesinden şikayetçi. Gözlükleri takıp Petit’nin macerasına takip ediyorsunuz ve bir an onun yerine geçiyorsunuz. Film yükseklik korkusunu tetikliyor. Bir an düşecek gibi oluyorsunuz, bir an bulutların arasındasınız ve yeryüzü çok uzak görünüyor.
Zemeckis’in bu sinematografik dehasının sırrı ne? Sadece hikaye anlatmayı sevdiğini, en iyi şekilde denediğini söylüyor.

Joseph Gordon-Levitt

Hollywood’un en büyük aktörü?


Philip Petit ve onu canlandıran Joseph Gordon Levitt sette yakın arkadaş olmuşlar.

Robert Zemeckis ne kadar sade, ne kadar sıradan görünüyorsa “The Walk”ın başrol oyuncusu Joseph Gordon-Levitt o kadar havalı, o kadar karizmatik. Bir odaya girse bu uzun boylu, fit, yakışıklı genç erkeğin sıradan biri olmadığını hemen anlarsınız. Kimyasında bir “şey” olan tiplerden. Kısacası star.
Levitt’in kariyeri televizyon dizisinden bağımsız ve riskli filmlere, oradan dev bütçeli yapımlara ilerleyen bir sarkaçta. Christopher Nolan’ın “Inception”ında uyku uzmanını canlandırdı. Yine Nolan’ın Batman üçlemesinde mahcup ve iyi niyetli polis rolündeydi; filmin sonunda Batman’ın mirasını bıraktığı Robin olduğunu anlamıştık. Aynı zamanda bir göz kırpmaydı bu: belki de süper kahraman serisini bundan böyle o sürükleyecek.
Artık kendisinin kanıtlamış büyük bir Hollywood yıldızından bahsediyoruz. Hakkını vereyim, çok ama çok iyi bir oyuncu. Ama bir de yiğidi öldüreyim: Neredeyse haklı olarak şişen egosunu, starlığını gizlemek, bastırmak, “Ben havalara girmedim” diye karşısındaki ikna etmek için aşırı çaba harcar halde.
Olması gerektiğinden daha kibar, daha anlayışlı, daha mütevazı gibi. Sırf bu yüzden de daha yapmacık. Belki de sübjektif gözlemim.
13-15 dakika falan konuştuk, kaset burada duruyor. İçimden bir kez daha dinlemek bile gelmiyor. Çok uzun cümleler kuruyor, çok dikkatle seçilmiş süslü kelimeler kullanıyor. Hani Elif Şafak sözlüğe bakıp romanlarını süslü kelimelerle yazıyor ya, Levitt de kendisine entelektüel hava katacak ağırlıkta kelimeler kullanıyor.
Columbia’dan terk mesela, ama mezunmuş gibi konuşuyor. Asla mezun oldum, bitirdim demiyor. Ama mesela terk olduğunu da söylemiyor. Ne okudun, diye sorulduğunda “Felsefe, edebiyat, biraz şu, biraz bu” diye neredeyse okulda verilen bütün dersleri sayıyor, bölümü değil.
Aynı soruyu ona da soruyorum: Philip Petit’nin yaptığı sanat mıydı? 15 cümleyle “Beni kategorize etme” diye özetlenecek bir şey söylüyor.
Ama nasıl kibar. Hep gülümsüyor. Karşısındakine çok saygı duyuyormuş, gerçekten fikirlerini merak ediyormuş, sorusunu dinlemek istiyormuş gibi davranıyor. Hepsi rol tabii, ya da bana öyle geliyor.
Philip Petit’yle role hazırlanmadan önce baş başa bir hafta geçirmiş. Günde sekiz-10 saat birlikte takılmışlar. Filmin tamamı dijital grafikle hazırlanmasına rağmen ipte yürümeyi öğrenmiş. Kilosuna aşırı dikkat etmiş. Zaten Fransızca biliyormuş, bunu bu film için mükemmel hale getirmiş. Hırs ve kararlılığına örnek için söylüyorum.
Annesi çocukken ona Jacques Brel çalarmış.
Asla açıkça söylemiyor ama kendisine şimdiden sinema tarihinde bir yer saptamış: Brando, De Niro, Pacino falan gibi olmak, öyle anılmak istiyor. Hollywood’da efsane olmaya göz dikmiş gibi. Bu yolda da ne pahasına olursa olsun çalışmaya ve çok çalışmaya hazır; bu açıdan hayran oldum. İddiaya girerim olacak da, çünkü o kumaş var.
Fakat sentetik bir tarafı da var: Yazarlar gibi aktörlerle de tanışmamak gerek belki de. Ama o kadar iyi bir oyuncu ki hakkındaki olumsuz düşüncelerim bile onu izlememe engel değil.
Otel odasından çıkıp asansör beklerken gazeteye basmak için bir selfie çektirmek istiyorum. İkimiz de aynı asansörü bekliyoruz, birlikte aşağıya ineceğiz. Çok belli. “Şimdi tam da gidiyordum ama...” diye cümleye giriyor ve o sırada, neredeyse beden dilinden bir menajer devreye girip alıp götürüyor. Bu sefer ben diğer asansörün gelmesini bekliyorum, inat bu ya.
Hoş, onun da çok umurundaydı sanki.

Hangisini izleyelim?

Belgesel mi film mi?


Birkaç sene önce Oscar alan “Man On Wire” belgeseli aslında Philip Petit’nin yürüyüşü hakkında değil. Bu belgeselin asıl büyüsü bu yürüyüşün oluşmasına neden olan arkadaşlık, bir amaç etrafında bir araya gelen insanlar, yürüyüşten hemen sonra da herkesin dağılmasının hikayesi. Amaç ortadan kalkınca dostluğu sürdürmenin de anlamı kalmıyor bu insanlar için...
Philip Petit yürüyüşünü tamamladıktan sonra 48 saat ortadan kayboluyor ve bu arada bir başka kadınla yatıyor mesela. Onun için Paris’ten tüm fedakarlıkla gelip, kendisini ona adayan sevgilisini bırakıp.
Bütün bunlar kasten filmde yok. Bu filmde bu konuların yeri yok, diye anlatıyor Robert Zemeckis. Bu film sadece yürüyüş hakkında. Yürüyüşe nasıl hazırlanıldı, kablolar nasıl gerildi, Petit nasıl yürüdü. Zemeckis “ekstrem tenakuzlardan” ifadede kaçınıyorsa, bu filme de fazla anlam yüklememiş. Sadece görsellikle ekstrem’i yakalıyor.

İletişim: Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @orayegin.