Geçen hafta babamın babasını kaybettim. Ben ona büyükbaba diye hitap ederdim, ama çok küçük yaştan beri bana tanınan şımarma hakkıyla ilk ismiyle de çağırırdım. Bu ayrıcalığa bir tek benim sahip olduğumu düşünüyorum; sanırım kendi oğlu, amcam, bile ona ‘siz’ diye hitap ederdi.
Haberi bir cuma öğleden sonra çok alakasız bir yerde, kızgın güneşin altında, çok iyi tanımadığım birtakım insanlarla buluşmaya giderken aldım.
Önce sadece birkaç saniyeliğe müthiş bir yabancılaşma duygusu yaşadım. En son baharda görmüştüm, epey kötü görünüyordu, 90’ı geçmişti zaten. Ama o ilk an sanki bir yabancı, ne bileyim tanımadığım bir devlet büyüğü ölmüş, haberi gazeteden okumuşum gibi bir mesafe hissettim.
İkinci saniyenin sonunda vurdu. Annemi ve babamı aile büyüklerinden daha önce kaybettim. Vurmayacağını düşünürdüm, beklemediğim kadar sarsıldım. Yaklaşık 10 dakika falan öylece telefonuma bakakaldım.
Sonra kendi hayatıma devam etmeye, kafamı dağıtmak için günlük rutinime devam etmeye çalıştım. O pek tanımadığım insanlardan birine durup dururken “Biliyor musun az önce büyükbabam öldü” dedim. Karşılığında aldığım içten, gerçekten samimi bir başsağlığı dileğiydi; yeterli değildi ama.
Aslında babamla olduğumdan daha yakındım onunla. Aklıma hep o aynı sahne geliyor: Mutfak masasında Matchbox arabalarla oynadığımız günler. Boyası biraz eskimiş o sarı arabayı hep ona verirdim ve hep benimle “Bu kötü arabayı bana veriyorsun” diye dalga geçerdi. Sonradan arabanın markasını öğrenip “Ama Jaguar” diye ikna etmeye çalıştım ama hiç başarılı olamadım. Hep o arabayı külüstür diye ona verdiğimi biliyordu.
Entelektüel ve net tanımlanmış ilgi alanları olan biriydi. Tam bir eski Türkiye mensubu, yok edilmeye çalışılan kuşağın son temsilcisi. ok fazla kitap ve gazete okurdu, hatta gazete haberlerini arşivlerdi. Günlük tutardı. Hâlâ tuhafıma gider bu topraklarda pek yaygın olmayan bu adet. Sonuçta yazar-çizer takımından değildi, profesyonel askerdi.
İlhan Selçuk ölmeden önce AKP’nin gidişini görmeyi diliyordu. Büyükbabam son yıllarda Zekeriya Öz’den nefret ederdi; umarım şişman bir fare gibi kaçmasını görmüştür haberlerde. Asker sonuçta, bu ülke için savaşmış. Ona, onun gibi insanlara, bu Cumhuriyet’in ne fedakarlıklarla kurulduğunu görenlere daha çok koyuyor tabii ülkenin düştüğü durum.
Yazılarımı dikkatle okuyordu, ama bazı ufak yanlış anlamalar başlamıştı. Bir keresinde “En büyük hayalim pasta şefi ol-
mak” diye yazmıştım, bir pastanede çalışmaya başladığımı düşünüp tebrik etmişti.
Son yıllarda algısı biraz gidip geliyordu. O her zaman dik ve vakur, hep kuvvetli, yaşının hayatına engel olmasına izin vermeyen adam yavaş yavaş gözümüzün önünde eriyordu.
Hiç soramadım: Son aylarından, bir bekleme odasında bekler gibi ölümün sırasının gelmesini beklemekten memnun muydu? Algısı körelmeye, bedeni incelmeye başlamış, bütün yaşam kalitesi yok olmuştu.
Bugünlerde California Eyaleti’nde ölme hakkının yasalaşması bekleniyor. New York Times önceki gün başyazısında eyalet valisine tasarıyı imzalaması çağrısında bulundu. Tasarıya göre bu haktan faydalanmak isteyen hastaların iki hafta arayla iki sözlü, bir adet de yazılı talepte bulunmaları gerekiyor. İki doktorun hastanın altı ay içinde öleceğine kanaat getirme şartı var. Yazılı talebin hastanın zihninin berrak olduğuna tanıklık yapacak iki kişinin önünde olması gerekiyor.
Kuşkusuz, 90’ını aşmış bir insanın tahayyül edemeyeceği bir dünya bu. Pek çoğumuzun aklına gelmeyecek bir soru. Ama belki de yeni dünyanın kısa sürede kabul görecek alışkanlıklarından biri. Tıpkı elektronik haberleşme, eşcinsel evliliği, yeşil enerji gibi düşünmediğimiz, hayal bile etmediğimiz pek çok şeyi kabullendik, kabulleniyoruz.
Erkeklerin küpe takması, tüp bebekle çocuk sahibi olmak, kürtaj gibi. Büyükbabam 90 yılı aşan yaşamında bunlara tanık oldu. Kimini kabullendi, kimine alıştı, eminim bazı şeylere de hep itirazını sürdürdü.
Ölümlerle insan kendi hayatını, kendi geleceğini, yavaş yavaş kendini de sorgulamaya başlıyor. Hep büyümeye direniyorum mesela, her ölümle mecburen büyüyorum sanki. Belki de o yüzden bir gün 80’i, 90’ı aşarsam nasıl bir dünya bırakacağımızı merak ediyorum.
ölümlerine kendilerinin karar vermesini yolunu açacak.
-Yeni şehir raporum-
Washington mı, New York mu?
Bir aydır Washington, DC’deyım, alıştım mı, emin değilim.
Bu bir ayın üç hafta sonunu, bu hafta sonu da dahil olmak üzere, New York’ta geçirdim.
Brooklyn’deki berberim Camron’a “Sensiz ne yapacağım” diye dert yanmıştım. Ne olacak atlar gelirsin birkaç haftada bir, üç-dört saatlik yol dedi. Dinledim sözünü, yeni berber bulamadım ve saç kesimi için Brooklyn’e gidiyorum hâlâ.
Acaba New York’ta yaşayıp DC’de çalışmak mümkün mü gibi deli sorular kafamda.
New York Times’a aboneyim hâlâ ama pazar eklerinin bir gün önceden gelmemesi canımı sıkıyor.
Bu sadece New York’a özgü bir ayrıcalık. Ayrıca okuduğum Şehir ve Emlak eki de yok DC’de.
Brooklyn’de sadece sokağa çıkınca ne moda ne değil anlamak mümkün. İnsanlar parası olmasa da stil sahibi, olmayan paralarını da modaya yatırmaktan çekinmiyorlar. Aç kalsalar da. DC’de süslenip dışarıya çıkanlar bile demode. Sokaktan hiçbir şeyin nabzını tutmak mümkün değil.
Columbia Heights’taki evimden bisikletle çıktım, Pentagon’a kadar gittim geldim. Nehrin kenarında koşmak, bisiklete binmek olağanüstü rahatlatıcı. Böyle bir parkur New York’ta yok işte. Georgetown’dan gün batımı çok güzel.
Ama çok küçük bir şehir. Bir-iki saatte tamamını kat etmek mümkün. Yeme içme seçenekleri çok sınırlı. Çok iyi, diye götürdükleri lokantaların her birinden hayal kırıklığıyla ayrılıyorum. Olumlu yönü: Daha fazla evde yemek yiyorum. New York’a geldiğimde de sevdiğim yiyeceklere saldırıyorum.
DC’ye alışmak için iki sene süre tanı, dedi bir arkadaşım. “Neeeee!!!” dedim. Kendime bir sene vermiştim, acaba bu bir seneyi tamamlayabilecek miyim?
-Oscar yarışı başladı-
“Balyoz” gibi film
Amerika’nın en ünlü anchorman’lerinden biriydi. 40 senenin üzerinde CBS televizyonunda çalışmış, adı demokrasiyle, basın özgürlüğüyle özdeşleşmiş, pek çok gazetecinin rol modeli olmuş bir efsaneydi.
Dan Rather’ın titizlikle inşa ettiği, adıyla güvenirliği eşdeğer kıldığı kariyeri bir gün aniden bitiverdi. Hem de kendisi için epey utanç verici şekilde.
Prodüktörlerinden biri Rather’a Amerikan Başkanı George W. Bush’un 2004’te tekrar seçime girmesinden önce bomba bir haberle geliyor. Sızdırılan belge Bush’un Vietnam’daki askerlik görevinin tam olarak yerine getirmediğini iddia ediyor. Güya komutanı tarafından yazılan belgede Bush’un altı sene görev yapmadığı belirtiliyor.
Tabii Dan Rather da “60 Minutes”de bu haberi ve belgeleri yayınlıyor.
Ancak şeytan ayrıntıda gizli.
Belgeler fotokopiden ibaret ve orijinalleri yok. Dahası, program yayınlanır yayınlanmaz İnternet’te belgelerin ne kadar doğru olduğuna dair tartışmalar yapılıyor. Bazı dokümanlar 70’lerde askerin daktilosundan değil de günümüzde Microsoft Word’de hazırlanmışa benziyor, kullanılan yazıtiplerinin ve sayfa düzeninin ancak sonradan yapılabileceği konuşuluyor.
Tabii CBS için büyük bir utanç kaynağı.
Haber ne doğrulanıyor ne yalanlanıyor ama Dan Rather ekrana çıkıp özür dilemek sorunda kalıyor. Ve 40 yıldan fazla emek verdiği kanalından istifa ediyor.
Doğruluğu tartışmalı belgeleri getiren prodüktör hâlâ haberin gerçekliğinde ısrarlı. İnsanlar font’ları değil, haberi tartışsınlar diyor. Yalan habere dair bu inat ve bağlılık
bana fazlasıyla Yasemin Çongar’ı hatırlatıyor.
“Truth” bu senenin en iddialı filmlerinden biri. Oscar yarışında söz sahibi olacağı konuşuluyor. Dan Rather’ı Robert Redford oynuyor.
Prodüktörü, yani onların Yasemin Çongar’ı Mary Mapes ise Cate Blanchett tarafından canlandırılıyor.
Film aynı zamanda Mapes’in kitabına dayanarak çekilmiş, dolayısıyla yalan belge konusunda ne diyeceği, kimin tarafını tutacağını da izlemeden kestirmek güç.
Mutlaka izleyeceğim ama, listeye ekledim.
İletişim: Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @orayegin.

