Kadim dostum, büyük mizah ustası Müjdat Gezen anlattı.
Geçenlerde henüz emekliye ayrılmış bir kadın polisle tanışmış. Kadın söze “Çok doluyum Müjdat Bey, çok! Ben sizin gibi değerli sanatçılar yüzünden emekli edildim” deyince Müjdat merakla “Anlamadım!..” diye sormuş. Bunun üzerine emekli memure içini dökmeye başlamış:
“Sormayın Müjdat Bey, ben Emniyet Müdürlüğü’nde Pasaport Şubesi’nde çalışıyordum. Siz ve Tarık Akan gibi ülkemizin değerli sanatçıları pasaport almaya geldiğinizde konuşup ilgileniyordum. Vay sen misin bunu yapan! Cemaatçilerin etkin olduğu dönemde “Bu kadın Atatürkçü ve solcu sanatçılarla görüşüyor. Ayrıca kahve fincanında da Atatürk resmi var!” diye mimlendim. Onlar gitti AKP’liler geldi, benim durumum değişmedi. Bu kez de onlar aynı fişlemeyi yaptılar. Sonuçta apar topar emekli edildim. Ama pişman değilim. Ülkemizin gurur kaynağı sanatçılarımızı tanıyıp onlara hizmet ettiğim ve sizleri sevdiğim için çok mutluyum.”

* * *

Eski polisin anlattıkları Müjdat’ı çok etkilemiş.
Oturup “TREN” başlıklı şu yazıyı kaleme almış:
“Geçen akşam televizyon kanalları arasında dolaşırken Tren filminin oynadığını görünce seyretmeye başladım. Bu filmi kaçıncı kez izlediğimi hatırlamıyorum. Ama her seferinde aynı heyecanla seyrederim.
John Frankenheimer imzalı, 1964 Amerikan-Fransız ortak yapımı, siyah-beyaz filmin başrollerini Burt Lancaster ve Jeanne Moreau paylaşıyor. Senaryo ise tek kelimeyle şaheser.
Konusuna gelince;
İkinci Dünya Savaşı’nın son günleri...
Almanlar Fransa’yı işgal etmiş, ülkenin dünya çapındaki ressamlarının ünlü tablolarını bir trenle Almanya’ya kaçırıyorlar. Matisse, Renoir, Cezanne, Dufy, Toulouse-Lautrec gibi ustaların eşsiz eserleri bunlar.
Trenin makinisti olan Fransız (Burt Lancaster) eserlerin ülkesinden kaçırılmasını engelleyebilmek için, canı pahasına her şeyi yapıyor. Kendisine ilgi duyan genç kadın (Jeanne Moreau) ise, sevdiği adamın hayatını hiçe sayarak sergilediği mücadeleyi anlamakta zorlanıyor ve diyor ki: “Ne gerek var bu tablolar için yaşamını tehlikeye atmaya?.. “
Genç Fransız makinistin cevabı, filmin mesajını oluşturuyor:
“BUNLAR FRANSA’NIN ONURUDUR...”

* * *

Bunun üzerine söylenecek fazla bir söz olmasa gerek. Fransızlar için sanat ve sanatçı ülkelerinin onurudur...
Bir de bize bakın!
“Bu heykel ucube! Yıkın bu ucubeyi” demelere, Fazıl Say gibi dünya çapında ün yapmış, Türkiye’nin gurur kaynağı olmayı hak etmiş değerli sanatçılarımıza yönelik linç girişimlerine utanarak, hatta tüylerimiz ürpererek tanıklık ediyoruz...
Oysa Atatürk diyor ki: “Sanatsız kalmış bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir.”
Genç cumhuriyet yetenekli gençlere burslar verip yurtdışına gönderiyor. Onların içinden İdil Biret’ler, Suna Kan’lar çıkıyor. Muktedir zihniyet ise, sanatçı zannettiği birilerini “Akil İnsan“ yapıyor... Bazıları benim arkadaşımdır. Severim de. Bizi yıllardır eğlendiriyorlar. Ama böyle bir tuzağın içine nasıl ne amaçla düştüklerini de sorgulamadan edemiyorum.

* * *

Fransa’da bir tren makinisti diyor ki: “Bu eserler Fransa’nın onurudur.” O nedenledir ki, biz Fransa’dan sadece Moliere, Bizet, Jean Paul Sartre ithal etmeyiz. Ayrıca üç marka otomobil, ilaç, elektronik ve burada sayamayacağım kadar pek çok şey ithal ederiz. Onlar bize bunları satarak zenginleşirler. Biz de sanatçıları tutuklayarak fakirleşiriz. İnsan üzülüyor. Bir kanalda rastlarsanız izleyin, treni kaçırmayın!..”

* * *

Adamlar Müjdat Gezen, Tarık Akan  gibi sanatçılarla ilgilenen pasaport polisini mimleyip emekli etmekte haklı değiller mi, sevgili okurlarım?..