ANALİZ

Yine toplumun sinir uçlarıyla oynuyorlar türbanlı polis, Abdülhamid nereden çıktı


Dinci faşist darbe girişimi, PKK terörü, IŞİD’in kanlı saldırıları, Suriye’de operasyon diye ülkede “milli birlik beraberlik” çağrıları yapılırken iktidar fırsattan istifade yine toplumun sinir uçlarıyla oynayıp mesafe kazanmaya çalışıyor.
Silahlı kuvvetlerin medarı iftiharlarından biri olan GATA darbe bahanesiyle ortadan kaldırıldı, Sağlık Bakanlığı’na bağlandı, adı da Haydarpaşa Sultan Abdülhahid Eğitim ve Araştırma Hastanesi oldu.
Kurumun başına da türbanlı bir başhekim getirildi.
Sabah kalktık bir de baktık ki kadın polisler eğer isterlerse türbanlı olabilecekler.
İkisi de akıl dışı.
İkisi de sırf toplumun sinir uçlarıyla oynayıp “bakalım ne kadarına tahammül edecekler” diye yeni hedefler belirlemeyi ve toplumu test etmeyi amaçlıyor.
Anladık, öfke ve korku ile orduyu dağıtırken GATA’yı da ortadan kaldırıyorlar.
Peki, adı neden Sultan Abdülhamid yapılıyor?
Bu ülkede bir hastaneye bu dönemde verilecek başka bir isim mi yok?
“Ne olmuş, Abdülhamid padişah değil mi, Boğaz’a ve Körfez’e yapılan köprülere de Osmanlı padişahlarının adı verilmedi mi, ne var bunda?” diyenler olabilir.
Öyle değil işte.
Abdülhamid, yıllardır Türkiye’de tartışılan bir isimdir. Dinci ve cumhuriyet, uygarlık karşıtı kesim ısrarla Abdülhamid’e taparcasına sahip çıkarken, aydın, cumhuriyetçi, demokrat kesimler Abdülhamid’i eleştirmiştir.
Bir taraftan “milli birlik beraberlik” nutukları atarken diğer taraftan toplumun yarıdan fazlasını rahatsız edecek bir uygulamaya tek başınıza imza atamaz, bunu dayatamazsınız.
İktidar bu yaptığı yetmiyormuş gibi bir de bu kurumun başına “türbanlı başhekim” atayarak sinir uçlarını iyice yıpratmaya çalışıyor.
Hani ordu din düşmanı, İslama karşı, türban yasakçısıydı ya bugüne kadar, işte şimdi hem intikam alınmış oluyor hem de orduda kalan “dinci olmayan” askerlere de gözdağı veriliyor.
Kadın polise türban serbestisi ise sadece sinir uçlarıyla oynamak değil aynı zamanda devletin temeline dinamit koymak gibi bir şey.
Aklı başında herkesin ortak tepki koyması gerek; Türbanlı polis olamaz.
Üniforma ister dini ister din dışı hiçbir aidiyet belirtisinin olmaması için icat edilmiş bir şeydir.
Bu nedenle kamu yönetiminde çalışanlar ne dini ne insani hiçbir aidiyetlerini ortaya koymayacak kıyafetler giymek durumundadır.
Kamu çalışanı bırakın türban gibi dini bir sembolle kendini göstermeyi takım rozeti bile takamaz.
Polislik gibi hassas bir görevde olanların “dini inançları gereği yaşama hakkı” elbette vardır ama bunu gösterme hakkı yoktur.
İktidar yaşadığımız korkunç günlerdeki başarısızlığının toplumun bütün kesimlerinde öğrenilmesini önlemek için bu yolu denemekte ve “İslam devletine giden yolda” önemli bir adım daha attığına inanmaktadır.

BAŞIMDAN GEÇENLER

Samsun Havalimanı eziyet yeri gibi


Cumartesi günü Merzifon’daydım. CHP’li belediyenin ilk kez düzenlediği Kitap Fuarı’nda yeni kitabım “Artık Yeter”i imzaladım.
Merdan Yanardağ ve Tayfun Talipoğlu ile Siyah-Beyaz Yayınevi’nin standında birlikteydik.
İlgiye çok şaşırdığımı söylemeliyim, pek çok büyük kentteki kitap fuarında bile böyle bir ilgi görmediğimizi söyleyebilirim.
Merzifon’daki askeri havaalanı bakımda olduğu için zorunlu olarak Samsun üzerinden gidip geldim.
Samsun Havalimanı artık çok yetersiz hale gelmiş.
Üstüne bir de yakın aralıklarla kalkacak 4 uçağın birden rötar yapması sonucu zaten küçücük olan biniş salonu nefes alınmaz hale geldi.
Hizmetler ise feci. Yiyecek bir şey bulamıyorsunuz. Güvenliği geçtikten sonra girdiğiniz biniş salonunda küçük bir büfe var sadece içecek ve paketli bisküvi çeşitleri bulabiliyorsunuz.
Onlar da her havaalanında olduğu gibi çok pahalı.
Oysa hem yapılması hem servisi kolay yiyecekler konabilir. Örneğin Samsun pidesiyle meşhur, buralarda dilimle pide satmayı neden düşünmezler acaba?

YENİ ÖĞRENDİM

Tutuklanan herkes cemaatçi olmayabilir


Son günlerde cemaatin dinci faşist darbe girişiminden sonra tutuklanan kişilerin yakınlarından veya açığa alınan asker, polis, memurlardan pek çok mesaj alıyorum.
Diyorlar ki “Bizim ne cemaatle ne darbe ile ilişkimiz yok.”
İlk başlarda pek ciddiye almıyordum.
Ancak sayı giderek artıyor.
Merzifon’dayken de açığa alınan bir polis memuru geldi. Görevi boyunca emniyet içindeki bu tür yapılaşmalara karşı mücadele verdiğini, cemaatçilerin kendisine yapmadık kötülük bırakmadıklarını buna rağmen darbe girişimden sonra cemaatçi diyerek açığa alındığını üzüntü ile anlattı.
Havaalanında karşılaştığım bir kadın oğlunun Akıncı Üssü’nde görevli olduğunu, darbe girişimi sırasında sığınağa girerek hiçbir şeye karışmadıklarını ancak hepsinin birden tutuklandığını gözyaşlarıyla anlattı.
Elimde sayısız mesaj var bu konuda.
Elbette aileler her şeye rağmen yakınlarını korumak için böyle bir yola sapmış da olabilirler ama benzer şekildeki şikayetlerin sayısının giderek artması ister istemez şüphe yaratıyor.
Bu tür şikayetler özellikle “laik, Atatürkçü, cumhuriyetçi” oldukları halde haksızlığa uğradıklarını söyleyenlerden geliyor.
Açıkçası dinci faşist darbe girişiminden sonra her şey o kadar belirsiz ve biz o kadar az şey biliyoruz ki, bir karar vermek çok zor. Bu nedenle soruşturma yapan yargı mensuplarının çok ince eleyip sık dokumaları gerek.
Yoksa yakın bir gelecekte Ergenekon ve Balyoz’dan beter bir mağduriyetle karşı karşıya kalabiliriz.

BUNU YAZMAK GEREK

Bir yıl içinde üçüncü köprüde bakın neler olacak


Üçüncü köprü büyük bir şovla açılıp hizmete girdi.
14 yıldır AKP’nin beyin yıkama ve algı operasyonlarına maruz kalan halkın bir bölümü sanki bugüne kadar ülkeye çivi bile çakılmamış gibi sevindirik oldu.
Adam diyor ki “Köprünün açılışına gittim, yok böyle bir güzellik, siz bugüne kadar bir köprü yapabildiniz mi?”
Anadolu yakasında oturduğunu bildiğimden “Üçüncü köprü açılışına nereden geçip gittin?” diye sordum.
“İkinci köprüden” cevabını verdi. İyi mi? Adam ikinci köprüyü, ki bunun bir de birincisi var, kullanmış “siz köprü mü yaptınız?” diyor. Ne diyeyim.
Başta cumhurbaşkanı olmak üzere yetkililer bu köprünün İstanbul trafiğini rahatlatacağını söylüyor.
Zaten kandırılmaya müsait halkın bir bölümü de ısrarla “bu kadar trafik var, insanlar karşıdan karşıya yüzerek mi geçecek?” diye akla ziyan sorular soruyor.
Dün de yazdığım gibi teknik olarak bu köprünün İstanbul trafiğini rahatlatması mümkün değil. Yüzde 10’luk bir katkı sağlasa bile bu gözle görünür olmayacak.
Göreceksiniz bir süre sonra bu köprüden çok az araç geçtiği görülecek. Diğer köprülerdeki yığılma devam edecek.
O zaman aklıevveller diyecekler ki “Mesafe çok uzun, Uskumruköy’den giriyorsunuz Kurtköy’den çıkıyorsunuz, bu durumda kimse kullanmıyor.”
Eee ne yapacağız o zaman?
Önce Garipçe ve Poyrazköy’den çıkışlar verilecek. Böylelikle kent içine geçiş kolaylaşacak.
Tabii çıkış verilir verilmez müthiş bir yapılaşma başlayacak. Birkaç yıl sonra biraz daha ileriden yeni çıkışlar verilmesi istenecek. Tıpkı ikinci köprü gibi adım başı çıkış verilecek ve buraların etrafı da anında yapılaşacak.
Bu yazdıklarım kehanet değil. Daha önce iki kere yaşadık bunun aynısını.

KAFAMI BOZAN ŞEYLER

“Bedava köprü” şovuna “müjde” diye bağıran garip bir medyamız var


Üçüncü köprünün açılışında canlı yayın yapan tüm televizyonların ortak bir merakı vardı; Acaba cumhurbaşkanı halka bir müjde verecek miydi?
Konu önce Ulaştırma Bakanı’na sorulmuştu.
Bakan önce ekonomik nedenlerle bunun olmaması gerektiğini söylemiş ancak “Cumhurbaşkanımız bir sürpriz yapabilir” demişti.
Sanki köprü babasının malı da sürpriz yapıp bir süre bedava kullanılmasına izin verecek.
Ama burası “yeni” Türkiye olduğu için bunlar çok normal karşılanıyor.
Ama bir gazeteci olarak asıl can sıkıcı olan sarayın bu şovuna medyamızın “müjdeler olsun” diye yancı olması.
Allahaşkına köprünün birkaç gün bedava olmasının neresi müjdedir?
Hani bir konser, bir gösteri olur, ya da fuar, giriş ücretleri de pahalıdır, buna parası yetmeyenler için bir süre bedava yaparsınız onu anlarım müjde diyebilirsiniz.
Ama bu köprü.
İnsanlar ihtiyaçları olduğunda kullanacak. Kimileri belki her gün gelip geçecek.
Açıldığında birkaç gün bedava olunca kime ne faydası var?
Var. Faydası şu; bedava olunca köprüye hiç ihtiyacı olmayanlar, sırf avanta diye bir o tarafa bir bu tarafa gidip gelecek.
Sonra da “yok dünyada bir eşi, kardeşim bunları yaptıkça dünyanın bizi kıskanması çok normal” diye böbürlenip Erdoğan’a şükredecek.

DİKKATİMİ ÇEKEN ŞEYLER

Gelin büyük devletlerle ilişkiyi futbolla anlatalım


Bu iktidarın kamuoyunun bir bölümünde yarattığı müthiş algılardan biri Türkiye’nin bir süper dünya gücü olduğu.
Ülkenin yarıya yakını buna ciddi ciddi inanıyor, Türkiye’nin devler liginde olduğunu, süper güçlere kafa tuttuğumuzu hatta onları dize getirdiğimizi sanıyor.
Aslına bakarsanız fena bir şey değil bu. Hem gururumuzu okşar hem de özgüvenimizi artırır.
Buna karşı ölçüyü kaçırdığınızda başınıza olmadık işler açılır, ki şimdi bu durumdayız.
Gerçi anlatılanlara gözü kapalı inanırsanız durum sanki gerçekten böyle.
Amerika’yı dinlemiyoruz, koca başkan yardımcısını ayağımıza getiriyoruz, havaalanında vali yardımcısına karşılatıyoruz, Meclis kapısında 15 dakika bekletiyoruz, Avrupa Birliği’ne “haydi yoluna” diyoruz, Rusya’yı hizaya sokuyoruz.
Bunların hepsi kamuoyunun bir bölümünün çok hoşuna gidiyor.
Ancak şunu bilmiyorlar, karşımızdakiler için bunların hiçbir anlamı yok. Biden kötü karşılanır, bekletilir, ama umurunda bile olmaz, onun bakacağı sonuçtur.
Sonuçta Amerika’nın istediği oluyor mu olmuyor mu? Hep olduğuna göre sonuçta galip gelen hep o.
Futbolla anlatayım isterseniz.
Fenerbahçe ilk maçında yenildi.
Herhalde Başakşehir için çok gurur verici bir olaydı bu. Fenerbahçe’yi dize getirdiklerini düşünerek çok sevinmişlerdir.
Ama bir de sonuca bakalım. Ligin sonunda ya Fenerbahçe, ya Galatasaray ya da Beşiktaş şampiyon olur. Başakşehir şampiyon olamaz.
Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş asla küme düşmez ama diğer takımlar düşebilir.
Bu takımlardan birini arasıra yenenler belki yıllarca “nasıl da yendik” diye hep alay ederler ama hiç şampiyon olamazlar.
Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş ise bu takımlardan birini yendiklerinde hiç konuşmadıkları gibi yenildikleri maçların üzerinde de durmazlar, hatırlamazlar bile.
Bilmem anlatabildim mi?