Arapça kökenli “mektup” sözcüğü hepimizin yakından bildiği, tanıdığı, sevdiği, sıcak bir içeriği anlatır. Zarfa konularak gönderilen yazılı kâğıt olması, anlamını ve değerini azaltmaz. İçinde çok önemli görüşler, düşünceler, duygular vardır. Şiir, fotoğraf, resim de taşıyabilir. Her zaman önde gelen iletişim aracı olarak kullanılır. Hele asker mektubu, sevgili mektubu olursa yaşam boyu saklanır.
Bize gönderilen iletilerin tümüne yanıt verememenin üzüntüsünü çekiyoruz. Ancak anlayışlı okurlarımızla dostlarımızın hoşgörüyle karşılayacaklarını umarak kimilerine genel yarar bakışıyla değinebiliyoruz. Yer ve zaman bizi bağlıyor. Sorunlar, sorular, eleştiriler, katkılarla hepsinden yararlandığımız mektuplar bizim yakınlığımızın birer parçasıdır.
Bugün iki mektuba yer vereceğim. Biri tanınmış yazar, şair, yayıncı Muzaffer İlhan ERDOST’un ilettiği hapishane çı kışlı olanı. Öbürü bir çocuk hekiminin son olaylara ilişkin bakışını içeren mektubu. Bakırköy Kapalı Kadın Hapishanesi’nden Hatice ÂŞIK; “taahhütlü” olarak gönderdiği 28/7/2016 günlü mektubunda şunları yazıyor: “..İki talebimiz var. l- Sohbet hakkının uygulanması, 2- Kitap-yayın hakkımızın engellenmemesi. Söz konusu kitap olunca bizleri en iyi siz anlarsınız. Bu konuda sizin ödediğiniz bedelleri biliyoruz. ‘Yasak yayın’ denilerek baskıyı, hapisliği ve İlhan Erdost’un işkencede katledilmesi. Ödediğiniz, ödenen bedelleri.
Sizlerin de bildiği gibi 2000’den 2007 yılına kadar F tipi ve tecrit uygulamalarına karşı uzun bir direniş yaşadık. Kazanmış olduğumuz talepler karşısında ölüm orucu direnişine ara verdik. Adalet Bakanlığı’ nın 45/1 genelgesinde yer alan on kişilik on saat koşulsuz sohbet hakkı neredeyse hiç uygulanmadı. Hasta, tutsak arkadaşlarımızın tedavilerinin işkenceye çevrilmesi, süngerli oda işkenceleri, amaç dışı slogan atma, marş söylemekten tahliye olmayan arkadaşlarımız var. Sürgün sevkler son üç ayda kimin nerede olduğunu bilemiyoruz. Kitap-yayın hakkımıza da sınırlama getirilerek bizi tecritte boğmak istiyorlar. Ekmek, su ne kadar ihtiyaçsa kitap da öyle. Biz bunu bedellerle kazandık, yedi yılda yüzyirmiiki canımızı verdik. Direnerek kazandığımız bu haklarımızın uygulanmasını istiyoruz...”
Hukuksuzluklara, yanlışlıklara, tüm kötülüklere ilişkin durumları ele almak, yakınmalara yer vermek, kamusal bir hizmet sayılır. Basının bağımsız bir organ olarak görevi de budur. Her olayın kurallara uygun biçimde geçmesi uygar yaşamın da ön koşuludur.

DEMOKRASİ-LOZAN

Çocuk Hastalıkları Uzmanı Dr. Nadir AYDIN 5/8/2016 günlü mektubunda: “27 Mayıs 1960 olayından iki yıl sonra İsmet İNÖNÜ’nün başkanlığında kurulan koalisyon hükûmeti zamanında Kara Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talât Aydemir iki kez darbe girişiminde bulunmuştu. İnönü’nün yanında bulunan Kur. Alb. (Istaka Yusuf namlı) Yusuf Bey’in tanığı olduğu, Aydemir’in gönderdiği genç yüzbaşıya “Yazbaşı! Emin misin-Komutanına söyle biz buradayız!” diyerek gür sesle verdiği yanıt, kalkışmanın kansız bastırılmasını sağlamıştı. Ertesi gün TBMM’nde tüm milletvekilleri İnönü’yü ayakta alkışlayarak karşılamışlardı. 15 Temmuz 2016’da halkımızın sağduyusu, siyasal partilerin birlikteliği ve güvenlik güçlerinin cesur, kahramanca duruşu sayesinde darbeciler ağır bir yenilgiye uğratılmış, ülkemiz bir iç savaşın eşiğinden dönmüştür. İsmet Paşa olsaydı bu kanlı darbe olayı yaşanır mıydı? İnanıyorum ki uykuyu sevmeyen Paşa bu bataklığı zamanında kurutur, böylece darbe kan dökmeden önlenmiş olurdu. Özet olarak, bu darbe girişimi milletimizin ve devletimizin demokrasiye olan sevgisi, tutkusu ve sahip çıkmasıyla bir daha yaşanmamak üzere önlenmiştir.
ATATÜRK ve arkadaşlarının kazandığı diplomatik zafer sonucu Lozan’da vatanımıza göz koyan emperyalist devletlerle Barış Antlaşması’nın imzalanması, Lozan’la özdeşleşip anıtlaşan İsmet İNÖNÜ’nün son olayla bir kez daha anılmasını gündeme getirmiştir.”
Sayın AYDIN’ın değerbilirliği örnek alınmalıdır.