Kudüs kadim bir geçmişe sahiptir. Verilen kavgalar ve yapılan savaşlar milattan önce 6.yy’da Pers İmparatorluğu dönemine kadar gider. İlk çatışma, M.Ö. 586’da gerçekleşmiştir ve dinler tarihinde birinci sürgün diye geçer ki; Yahudilerin Kenan’dan sürülüp Babil’e esir götürülmeleri hadisesidir. Hz. Süleyman tapınağı da bu dönemde yine Yahudileri sürgüne götüren Babil Kıralı II. Buhtunnasr (Nebukadnezar) tarafından yıkılmıştır. İlk beş kitabı hariç, bugünkü bildiğimiz haliyle Tevrat’ın Babil Sürgünü döneminde yazıldığı Yahudiler tarafından iddia edilir.

Roma dönemi Yahudiler için nispeten sakin de olsa tarihlerinin ikinci büyük yıkımını yine bu devirde yaşamışlardır. (M.S. 70) Hz. Süleyman ve Hz. Davut’tan (İslam’a göre peygamberdirler, fakat Yahudilere göre kraldırlar) miras kalan kutsal tapınakları (Yudea kralı Herod’un yaptırdığı tapınak) bu dönemde Roma tarafından yıkılmıştır. Günümüzdeki Ağlama Duvarı ise bu tapınağın küçük bir kalıntısıdır.

Hristiyanlar için ise Hz. İsa’nın M.S. 30 yılında, burada verdiği vaazlar ve Roma İmparatorluğu tarafından Golgota tepesinde çarmıha gerilmesi bakımından Kudüs çok önemlidir. Bu olayı simgelemesi için 4.yy’da, aynı tepede Roma İmparatoru I. Konstantin tarafından Kutsal Kabir Kilisesi inşa edilmiştir. Hristiyanlar Hz. İsa’nın bu topraklarda dünyaya döneceğine (Hristiyanlığa özgü bir mehdi inancı) inanırlar. Hatta 11. ve 13.yy’lardaki Haçlı Seferleri bu inanç doğrultusunda, Kudüs’e giden hac yollarının yeniden açılması için yapılmıştır.

Hz. Muhammed’in, birkaç yıl olsa da Kudüs’e yönelerek namaz kılması; yine Peygamber’in Mescidi Haram’dan Mescidi Aksa’ya bir gece götürülmesi şeklinde gerçekleşen İsra ve miraç hadisesi; Hz. İbrahim’den itibaren pek çok peygamberin bu beldede yaşamış olması, Hz. Süleyman’ın inşa ettiği Beytül Makdis’i de içinde barındırması Müslümanların bu şehre bakışını belirler. Kudüs, Hz. Ömer tarafından 638’de fethedilmiştir. Günümüzdeki Kubbetü’s-Sahra (Taş Kubbe) Emevilerce 691 yılında yapılmıştır. 715 yılında yapılan El-Aksa Cami, Hz. Muhammed’in Kadir Gecesinde “en uzağa” yaptığı manevi yolculuğu simgeler.

Tarih boyunca Kudüs’e, Pers İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu, Emeviler, Abbasiler, Fatımiler, Eyyubiler, Memlukler ve Osmanlılar hamilik etmiştir. Kudüs’ün, Osmanlıların elinden çıkışı, 1917’de I. Dünya Savaşı sırasındadır. 1917 ile 1948 arasında İngiliz himayesinde kalan Kudüs, 1948’de İsrail’in resmen kurulmasıyla, oldukça tartışmalı bir şekilde İsrail topraklarına dâhil edilmiştir. Fakat günümüze kadar bir devletli, iki devletli, üç devletli gibi çözüm yolları aranmış olsa da halen bölgeye sükûnet gelmemiştir. Özellikle 1988’den itibaren Filistin Devleti’nin başkentidir.

KUDÜS VE KÜRESEL POLİTİKA

Trump’ın son çıkışı, Amerika’nın İsrail’in kayıtsız şartsız müttefiki olduğu gerçeğini bir kez daha gözler önüne serer. Üç din için kutsal olan Kudüs, insanların gönüllerinde oynadığı manevi rolünden koparılıp alınmış ve siyasi bir nesne ve mekân haline dönüştürülmüştür. Üstelik yazılı basında çıkan haberlere göre, Amerika bu kararı tek başına almamış, bilakis, bölgedeki Mısır ve Suudi Arabistan gibi Müslüman devletlerden de destek görmüştür.
Birkaç gündür yazılan köşe yazılarından hareketle söyleyelim; Kudüs’ün başına gelenler, kimine göre Müslümanların imanlarının zayıflaması, kimine göre otuzlu kırklı yıllarda Arap toprak ağalarının topraklarını Yahudilere satmaları, kimine göre burada Osmanlı’nın olmayışı, kimine göre ise emperyalizm retoriği içinde açıklanmaya çalışılıyor. Fakat şurası açık ki dinlerin ideolojiye dönüştüğü topraklarda, iki farklı inanç kesiminin huzur ve barış içinde yaşaması zor. İşin diğer boyutu, sözüm ona İslam ve İslamcılık deyip de mangalda kül bırakmayanların, iş diplomatik ilişkilere gelince yan çizmeleri ancak siyasi aymazlıkla ve popülizmle açıklanabilir. Bölgede Amerika’nın ikinci temsilcisi olan Suudi Arabistan ve onun güdümündeki Mısır ve bölgede bunlarla doğrudan ya da dolaylı işbirliği içinde olan hükümetler yukardaki sözlerimizin en güzel örneğidir.

Bu topraklarda başat güç olan İsrail Devleti, elinde tuttuğu coğrafyanın tamamına yayılmak emelini sürdürüyor. Bunu yaparken de kendi dışında hiçbir gücü ve uluslararası yaptırımı dikkate almıyor. Görünen o ki Filistin davası Müslüman coğrafyada popülist bir hamasetten ibaret ve bölgede ne siyasi ne de diplomatik bir karşılığı var. Kaldı ki birbirini yemekle ve birbirinin kuyusunu kazmakla meşgul İslam dünyasının bu popülist hamasetin önüne geçecek ortak bir adım atıp atamayacağı da meçhul. Bugün petrol gelirleriyle ayakta duran İslamcılık, yarın petrol bittiğinde sözünü nasıl dinletecek, uluslararası diplomaside kendine nasıl saygın bir yer bulacak keza bu da meçhul. Şurası açık ki hamasi siyaset güden liderlerin önce bu alanları görmeleri ve bu açıkları gidermeleri tüm Müslüman coğrafya için hayatiyet arz ediyor.