“Demek okul değil de medrese istiyorsunuz? Oysa bu millet okul istiyor. Şu zavallı milletin yakasını artık bırakın da vatan evladı yetişsin, yükselsin! Medreseler asla açılmayacaktır. Millete okul lazımdır. Bunu böyle bilesiniz!” (Atatürk, 18 Eylül 1924, Rize)


17 yıldır “siyasal İslamcı” bir iktidarın yönettiği Türkiye’de bugün sayısız dinci vakıf, tarikat, cemaat toplumu biçimlendirmeye çalışıyor. “Milli” ve “laik” eğitimin yerinde yeller esiyor... Kadını sosyal hayattan dışlamaya çalışan “alimler”, Türkiye’yi “Araplaştırmaktan” söz eden “gazeteciler”, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı “sanatçılar”,  medrese, tekke, zaviye, hilafet, hatta dinsel hukuk özlemi taşıyan “aydınlar” ve akla, bilime, sanata; çağdaş uygarlığa düşman “siyasetçiler” Türkiye’yi “ümmetçi” bir anlayışla yeniden biçimlendirmeye çalışıyorlar.

Oysa ki Atatürk,1923’te Cumhuriyeti ilan eder etmez kuldan birey, ümmetten millet yaratacak “laik devrimler” yapmış; “akla” ve “bilime” dayalı çağdaş bir devlet kurmuştu. Dahası Atatürk, ne pahasına olursa olsun devrimlere sahip çıkmış; kurduğu “Çağdaş Cumhuriyeti gözü gibi korumuştu.

Atatürk Rize’de 17 Eylül 1924.


LAİK EĞİTİM

Atatürk, Cumhuriyeti, “akla” ve “bilime” dayalı “laik” bir eğitim-öğretim anlayışıyla şekillendirdi. Bu amaçla önce 3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edildi. Bu kanunla eğitim öğretim birleştirildi. Böylece “mektep” ve “medrese” ayrımına son verildi. Akıl dışı, bilim dışı eğitim-öğretim veren medreseler kapatıldı. İmam ve hatip ihtiyacını karşılamak için imam-hatip okulları kuruldu. Okul programları yenilendi. Yeni okullar açıldı. “Türkçe” ve “Tarih” dersleri tüm okullarda zorunlu yapıldı. Karma eğitime geçildi. Harf devriminden sonra okul programlarından Arapça ve Farsça dersleri kaldırıldı.

Atatürk, hiçbir zaman laik eğitimden taviz vermedi.

Medrese tepkisi


Osmanlı’da zamanla iyice bozulan medreseler 19. yüzyılda sadece yarım yamalak dinsel eğitim verilen okullar halini almıştı. Buna karşın medreselerdeki öğrenci sayıları azalmamış, artmıştı.

Örneğin, İçtihat dergisinde verilen sayılara göre 1914 yılında yalnızca İstanbul’da 178 medrese vardı. Bu medreselerde 7000 öğrenci bulunuyordu. Buna karşılık İstanbul Darülfünunu‘nun ilahiyat, edebiyat, fen ve hukuk fakültelerinde toplam 2700 civarında öğrenci vardı. Medrese öğrencilerinin ortalama yaşı 35’ti. Medreseler işsiz, güçsüzlerin ve asker kaçaklarının sığınağı durumuna gelmişti. Öğretim programlarında uzun zamandır modern bilimler yoktu. Bu nedenle Meşrutiyet yıllarında bir medrese reformu gündeme gelmişti. (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 439)

‘İki müftünün garip bir istidası (dilekçesi)’, (20 Eylül 1924, Cumhuriyet, s. 1.)


Genç Cumhuriyet’in, 1924’te bu medreseleri kapatması, buraları miskinlik yuvası haline getiren bazı din bezirganlarını çok rahatsız etti. Öyle ki, bu din bezirganları, o günlerde Atatürk’ün karşısına çıkıp medreseleri yeniden açmasını istediler.

Atatürk, medreselerin kapatılmasından yaklaşık 7 ay sonra, 17 Eylül 1924’te, Rize’yi ziyaret etmişti. Valilikten çıkıp adliyeye indiği sırada Rize Müftüsü Mehmet Hulusi (Alemdar) Efendi ve Pazar müftüleri, Atatürk’ün önüne çıkıp ona bir dilekçe verdiler. Dilekçeyi alıp okuyan Atatürk,  o derin mavi gözlerini kaplayan öfke bulutları eşliğinde yüksek bir ses tonuyla hocalara şöyle seslendi:

Demek okul değil de medrese istiyorsunuz? Oysa bu millet okul istiyor. Şu zavallı milletin yakasını artık bırakın da vatan evladı yetişsin, yükselsin! Medreseler asla açılmayacaktır. Millete okul lazımdır. Bunu böyle bilesiniz! Para istiyorsanız, size millet yetecek kadar verecektir. Açsanız, karnınızı doyuracaktır. Siz ibadetle meşgul olunuz. Böyle şeyler düşünmekte mana yoktur. Bu bir kanundur. Bu şunun veya bunun demesiyle değişmez ve değişmeyecektir. Bu kanunu yapanlar da sizden daha alimdirler. Medreseler bir daha açılmayacaktır. Anladınız mı? Alın dilekçenizi!” (Atatürk’ün Bütün Eserleri (ATABE), C. 17, s. 23,24)

Orada bulunan halk ve öğrenciler “bravo” diyerek Atatürk’ü uzun uzun alkışladılar. Müftüleri ise kınadılar.

Atatürk, sonra valiye döndü: “Bunlar İranlılardan da ibret almadılar mı? Burasını İran gibi mi yapmak istiyorlar?” dedi. (ATABE, C.17, s. 24)

Cumhurbaşkanı Atatürk, bu olaydan sonra, Rize’de rejim karşıtı bir takım gizli çalışmaların olduğunu düşündü. 18 Eylül 1924’te Rize’den ayrılıp Giresun’a giderken yolda Başbakan İsmet Paşa’ya şifreli bir telgraf çekerek hükümeti uyardı. Yapılması gerekenleri anlattı.

Atatürk’ün söz konusu telgrafı şöyleydi:

Bugün Rize’den ayrıldığım sırada Rize ve Pazar müftülerinin temsil ettiği bir hoca heyeti, bütün memleket ve civar halk önünde, kapatılan medreselerin açılmasını dilekçeyle talep ettiler.

Dilekçeyi okuduktan sonra çok kızdım. Yüksek ve şiddetli bir sesle kendilerini azarladım ve memleketin, milletin şimdiye kadar felaket sebeplerinin kendileri olduğunu işaret ettim. (...)

Bütün halk ve mektep talebesi ‘Bravo’ sesleri ve heyecanlı alkışlarla karşıladılar.

Buna karşılık Rize’deki liseyi canlandırmak elzemdir. Mektep binası ve eğitim aletleri yoktur.

Hocaları çok olan bu muhitte ilim ve irfan teşkilatımızın süratle faaliyete başlaması pek lüzumludur. Burada Osman Ağa’nın oğlu İsmail Bey, 20 bin liralık bir okul binası yapmak üzereymiş. Buna iltifat ederek işin hızlandırılması ve hemen eğitim aletleri göndermek ve fazla alaka göstermek suretiyle, halkın taassuba (bağnazlığa) karşı gösterdiği fiili tezahüre karşılık vermek icap eder.” (ATABE, C.17, s. 25)

Görüldüğü gibi Atatürk, bugün kimi politikacıların yaptığı gibi, halka hoş görünmek için halkın dini duygularını istismar etmiyor, ettirmiyor. Devrim karşıtlarına asla yüz vermiyor.Medreseler açılsın” diyen hocaları, halkın içinde yüksek sesle azarlıyor. Devrimlerine tereddütsüz sahip çıkıyor. Hiç zaman kaybetmeden başbakanı ve hükümeti uyarıp yapılması gerekenleri sıralıyor. Bağnazlığa, yobazlığa, medrese kafasına karşı “ilim ve irfan teşkilatıyla”; okulla, öğretmenle mücadele etmek gerektiğini belirtiyor. Taassubun (bağnazlığın) panzehiri olarak okulu, öğretmeni görüyor.

En gerçek yol gösterici


Atatürk, çok genç yaşlarında “aklın” ve “bilimin” önemini fark etmişti. Askeri okul yıllarından itibaren Batı’da gelişen sosyalizm, materyalizm, pozitivizm gibi yeni akımları ve “milliyetçilik”, “hürriyet”, “milli egemenlik” gibi yeni düşünceleri tanımıştı. Aydınlanmacı filozofları okudukça aklın ve bilimin büyüsüne kapılmıştı.

Atatürk, binlerce yıllık insanlık tarihinden çıkardığı doğru derslerle Cumhuriyeti kurarken aslında “akla” ve “bilime” dayalı bir sistem kurmak istiyordu. Dikkatle bakılacak olursa Atatürk’ün tüm devrimlerinin aslında aklın, bilimin ve çağın zorlamasının doğal bir sonucu olduğu görülecektir.

Atatürk, bugünün bilgi, teknoloji ve uzay çağında değil, bizim için yokluk, yoksulluk, eğitimsizlik ve bilgisizlik çağında, 1924 yılında, “ilmin ve fennin dışında yol gösterici aramanın gereksizliğine” vurgu yapmıştı.

Atatürk, 22 Eylül 1924’te Samsun öğretmenlerine aynen şunları söylemişti:

Efendiler! Dünyada her şey için; maddiyat için, maneviyat için, hayat için, başarı için en hakiki mürşit (doğru yolu gösterici) ilimdir, fendir. İlmin ve fennin haricinde yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir, sapkınlıktır.

Yalnız, ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişmesini idrak etmek ve ilerlemelerini zamanında takip eylemek şarttır. Bin, iki bin, binlerce sene önceki ilim ve fen lisanının çizdiği ilkeleri şu kadar bin sene sonra bugün aynen uygulamaya kalkışmak elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir...” (ATABE, C.17, s. 44)

Atatürk, bundan tam 95 yıl önce, adeta bir bilim insanı duyarlılığıyla, hem “ilim” ve “fen”nin olağanüstü gücüne, hem de “ilim” ve “fen”deki çok hızlı “değişime” ve “gelişime” vurgu yapmış; “bu değişimi ve gelişimi takip etmek gerektiğini” belirtmişti.

Atatürk’ün nasıl “çağını aşmış bir deha” olduğunu anlamak için, her şeyi bir tarafa bırakıp, onun sadece bu açıklamalarına bakmak yeterlidir. Atatürk’ün bu açıklamalarından 95 yıl sonra bugün modern bilim, “en gerçek yol göstericinin” ilim ve fen olduğunu inkar edilmez biçimde kanıtlamış durumdadır.

Atatürk, söyledikleri ve yaptıkları akla ve bilime uygun olduğu için büyüktür. Atatürk, işte bu nedenle ölümsüzdür.

Laik Cumhuriyet’in sırrı da “akıl” ve “bilim”dir.

Medeniyetin coşkun seli


Atatürk, akıl ve bilimle şekillenmiş çağdaş medeniyeti “coşkun sel” ve “kuvvetli ateş” diye adlandırıyordu. O “coşkun sele” ve “kuvvetli ateşe” direnenlerin o selde boğulacaklarını, o ateşte yanacaklarını söylüyordu.

Atatürk, 27 Ağustos 1925’te İnebolu Türk Ocağı’nda kendisini dinleyenlere aynan şöyle seslenmişti:

Üst manşette şöyle yazıyor: Gazi Paşa diyorlar ki, ‘Medeniyetin coşkun seli karşısında mukavemet beyhudedir.’ (Vakit, 29 Ağustos 1925)


Medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı aile hayatıyla, yaşayış tarzıyla medeni olduğunu göstermek mecburiyetindedir. (...)”

“Medeniyetin coşkun seli karşısında mukavemet beyhudedir ve o gafil ve itaatsizler hakkında çok acımasızdır. Dağları delen, semalarda uçan, göze görünmeyen zerrelerden yıldızlara kadar her şeyi gören, aydınlatan, inceleyen medeniyetin kuvvet ve ulviyeti karşısında Orta Çağ zihniyetleriyle, ilkel hurafelerle yürümeye çalışan milletler mahvolmaya veya hiç olmazsa esir olmaya ve aşağılanmaya mahkumdurlar. Halbuki Türkiye Cumhuriyeti halkı yenilikçi ve gelişmiş bir millet olarak ilelebet yaşamaya karar vermiş, esaret zincirlerini ise tarihte eşsiz kahramanlıklarıyla parça parça etmiştir...” (ATABE, C.17, s. 285, 286)

Şu sözler de Atatürk’e aittir: “Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki, ona kayıtsız olanları yakar, mahveder. İçinde bulunduğumuz medeniyet ailesinde layık olduğumuz yeri bulacak ve onu koruyacak ve yükselteceğiz. Refah, mutluluk ve insanlık bundadır.” (Arı İnan, Düşünceleriyle Atatürk, Ankara, 1991, s. 123.)

Atatürk’ün bu sözleri, binlerce yıllık uygarlık tarihinden damıtılmış gerçeklerin en açık biçimde ifadesidir.

Atatürk, “medeniyet selinde boğulmamak” ve “medeniyet ateşiyle yanmamak” için bizzat medeniyetin bir parçası olmak gerektiğini görmüştü. İşte bu nedenle “muasır medeniyetler düzeyine ulaşmalı, hatta o düzeyi aşmalı” demişti. Atatürk’ün tüm devrimleri, Türkiye Cumhuriyeti’ni muasır/çağdaş medeniyetin bir parçası yapmayı amaçlıyordu.

Peki, bugün durum ne?

Bugün Türkiye Cumhuriyeti, laik eğitimden uzaklaştırılıyor; medrese kafası yeniden hortlamış durumda, “akıl” ve “bilim” vurgusunun yerine tarikat, cemaat güzellemesi yapılıyor... Dahası “medeniyetin coşkun seline” direnmek için Orta Çağ’a dönmeyi düşünen siyasilerimiz var.

Umutsuz muyuz? Asla!

Bağımsız, laik, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni yeniden ayağa kaldıracak birikime ve enerjiye sahibiz. Laik Cumhuriyet’in sırrını biliyoruz.