Bizim meslekte bir altın öğüt vardır: Bir gazetecinin adam gibi bir gazeteci olabilmesi için yazdıkları çok, gizlediği hiç olmaması gerekir.

Saklama.

Gizleme.

Örtme.

Gazetecilikte ölümdür.

Bildiklerini, ilerde kişisel avantaya dönüştürmeyi düşünen yazı tüccarı damgası yersin.

Altın gibi kural.

Uyanlara ne mutlu!

Uymayanlar utansın.

Aynı kuralın politikacılar, devletin kilit koltuklarında oturanlar için de geçerli olması gerekir. Dün “15 Temmuz dinci darbe girişiminin” dördüncü yıl dönümüydü. Beklenildiği gibi geçti;  “darbecilik” lanetlendi. Şehitler anıldı. Gazilere timsah gözyaşları ile selam yollandı. Demokrasiye hainlik yapanlara, iktidar gücünü kullanıp orduya, polise, devlete sızanlara da belalar okundu.

1 ayıplı kayıp vardı.

Ondan söz edilmedi.

★★★

Darbe girişimi özünde Meclis’e karşı yapıldı. Seçimle gelenler cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, milletvekilleri darbecilerin ilk hedefiydi.

Darbeciler kimdi?

Orduya nasıl sızmışlardı?

Onları kim kullanıyordu?

Kimler ne için koruyordu?

Dış bağlantıları neydi?

Dinci darbecilerin niyetleri önceden niçin haber alınamadı? Haber alındı, niyetler biliniyordu, fakat bunu “Tek Adamlı Sistemi” güçlendirmek için kullanmayı düşünerek mi haberleri yokmuş gibi davrandılar? Böyle yüzlerce soru hâlâ cevapsız duruyor. Bu soruların cevabını bulmak ve halkı aydınlatmak Meclis’e, Cumhurbaşkanı’na, iktidara düşen görevdi.

Saklama.

Gizleme.

Örtme.

Adamlığa yakışmaz.

Darbeci bombası ile duvarları yıkılmış Meclis, “darbe girişimini araştırma komisyonu” kurdu. 4 ekim 2016 günü komisyon çalışmalarına başladı. Bilgi sahibi olduğunu düşündüklerini çağırdı, dinledi. MİT Başkanı ile o sırada Genel Kurmay Başkanı olan generali dinleyemedi. Nedense onlar gelip, o gece neler olduğunu anlatmadılar.

İktidar partisi Meclis’te ve dolasıyla komisyonda çoğunluktaydı. Darbeciler başarılı olsaydı iktidar partisinin başkanı Cumhurbaşkanı’nı öldüreceklerdi. Buna rağmen Cumhurbaşkanı, atadığı MİT Başkanı ile şimdi savunma bakanlığı yapmakta olan dönemin genel kurmay başkanına “gidiniz, komisyona bilgilerinizi anlatınız” demedi. Deseydi, Ankara’daki yüzlerce gazeteciden hiç değilse biri, bu bilgiyi gizlemez, yazardı. Rapor eksik dinlemeyle de olsa 4 ocak 2017’de tamamlandı. Dönemin Meclis Başkanı AKP’li İsmail Kahraman’a verildi.

★★★

Umutlandık.

Bekledik.

Karanlıklar aydınlanacaktı!

Meclis Başkanı İsmail Kahraman raporu Meclis Matbaası’na gönderecek, bastıracak, böylece Meclis’te görüşülmeye açacak, içinde neler olduğunu da bütün halk öğrenecekti.

Yapmadı.

Bu rapor kayıp.

Ayıplı kayıp!

Eski Meclis Başkanı AKP’li İsmail Kahraman’ın yerine seçilen şimdiki yeni Meclis Başkanı Mustafa Şentop“Başkanlığımıza sunulan, tamamlanmış bir rapor yok” diyor.

Örtüldü.

Gizlendi.

Saklandı.

Örtme, gizleme, saklama yapıp sonra darbe girişiminin 4’üncü yılında döktüğünüz timsah gözyaşlarına bu millet, o gece şehit olmuşların anneleri, yara almış gaziler, size güvenip oy verenler nasıl inansın?


Celal!


“Cumhuriyet” denilen zındık icadı, kıyamet gününe bir an önce

kavuşmaya can atarmışçasına, yapılmaması gereken ne varsa yapı-

yordu. Mustafa Kemal denilen adamın Ankara’dan yansıyan konuşmalarından, tekke ve zaviyelerin kapatılacağı mesajını almamak için ahmak olmak lazımdı. Kız ve erkek öğrencilerin aynı sıralarda oturarak ders görmesi ne demekti?

Üstelik Diyarbakır’ın ekmeğini yemiş, suyunu içmişti.

Bu ne nankörlüktü...

★★★

Bu duruma çok içerleyen Muharrem, oğlu Ramazan’ı mektep yerine kuran kursuna göndermişti. Çocuk kursa başladığı ilk günlerde camiden çıkıp eve döndüğünde hoca efendinin öğütlerini anlatınca, Muharrem sesini çıkarmadı. Çocuk Arapça harfleri sökmeye başladığına göre sorun yoktu. Ama günler geçip de Remo cumhuriyetin faziletlerinden bahsetmeye, bir süre sonra da “Dokuz yaşına geldim. Hem kuran kursuna hem okula gideceğim” diye tutturunca, tepesi attı. Demek ki yılanın başı, kuran kursundaydı...

★★★

Ulu Cami cemaati öğle namazını edâ etmiş, çocuklar kuran kursuna başlamak üzere bitişikteki müştemilatta toplanmıştı. İçeriden gürültüler geldiğine göre, hoca efendinin henüz orada olmadığı anlaşılıyordu. Avlunun bir köşesine çekilip, sarıklı-cüppeli hocayı beklemeye başladı Muharrem. Derken kurs binasına doğru bir kişinin seğirttiğini gördü. Adam takım elbiseli, kravatlı, üstelik fötrlüydü. Odaya girdi ve kapıyı kapattı. Demir kapının “tok” sesiyle birlikte çocukların çıtı çıkmaz oldu. İki dakika geçmeden bu kez gâvur kılıklı adamın sesi yankılandı:

“Bismillahirrahmanirrahim / Ikraismirabbikelleziyhalâk / Halekal insanemin alâk / Ikre ve rabbükel ekrem...”

Evlatlarım; peygamber efendimize ilk vahiy olunan bu ayetin adı “Alâk”tır. Okumayı ve öğrenmeyi emreder. Şimdi “alâk da ne demek” diye soracaksınız. Anlatacaklarımı can kulağıyla dinleyin. Çünkü bunları devlet okuluna gidenleriniz ileride mutlaka duyacak, derinlemesine öğrenecektir. Ama Ulu Cami dışındaki kuran kurslarında da evinizde de kimselerin bilmediği; önceden duymuş olsalar bile anlatmaya cesaret edemeyecekleri şeyleri öğreteceğim size...”

★★★

Muharrem aralık pencereye kulak vermiş dinliyordu:

“Tekrar ettiğimiz kısmın Türkçesi şöyle: Yaratan Rabbinin adıyla oku / İnsanı bir kan pıhtısından yarattı / Oku; Rabbin sonsuz kerem sahibidir...

Lügat ilminde temel kaynakların verdiği bilgilere göre alâk kelimesi, temel fonksiyonları itibariyle, şu anlamlara gelir: Bir şeyin bir şeye tutunması, bebeğin parmağını emmesi, bir kimsenin bir kimseyle alaka kurması, avın ağa yakalanması, kan emen sülük ve kan pıhtısı...”

★★★

“Tövben euzübillah; bu da nesi?” diye irkildi Muharrem. Sanki şeytan dile gelmiş, sabîleri tuzağına düşürmeye çalışıyordu... Kurs bitiminde babasını kapıda gören Ramazan’ın yüzündeki tebessüm o saat soluverdi. Çekine çekine yaklaştı, “Hayırdır babo, ne işin var burada” dedi.

- Beni sokak kapısının önünde bekle. Hocayla konuşacaklarım var...

★★★

Celaleddin Efendi kapıya çıkar çıkmaz karşısında beliren Muharrem’in burnundan soluduğunu anlaması güç olmadı.

- Ben Ramazan’ın babasıyam.

-Buyur beyim.

- Sen delisen?

Cenindir, alâkadır anlatıp duriysen. Hem çocuği kurstan alacağam hem de seni müftülüge şikâyet edecağam.

Bir de bu kevaşenin olmayan beynine devlet mektebi sokiysen?

Yatacah yerin yohtır senin.

“Aman kardeşim; beni şikâyet et ama çocuğu mutlaka okula gönder. Kurstan da alma. Bugün dişin ağrısa dişçiye, miden ağrısa doktora gidiyorsun. Neden? Okumasalar senin derdine derman olabilirler miydi? Yani sen şimdi bu adamlara dinsiz mi diyorsun?

Kıyma çocuğa.”

- De get. Zihnimi bulandırma. Allah senin gibileri ıslah etsin...

★★★

Artık kaderin cilvesi mi dersiniz ne dersiniz, Remo kırk yaşına geldiğinde, Mardinkapı’daki tek katlı, toprak damlı dükkânı kendisinden habersiz satan babası Muharrem’i sekiz yerinden bıçaklayarak sekiz yıl hapse mahkûm olacaktı. Muharrem, son nefesini vermeden önce hastane yatağında karısının kulağına “Keşke yavrumuzu Muhammed Celaleddin Efendi’nin, o ehl-i dinin elinden alıp sokağa salmasaydık” diyecekti...

★★★

Kitaptaki adı “Hırnikli Remo” olan bu kısa hikaye, gerçek bir hayattan alınmış anlatımıdır. Yazar Mustafa Sağlamer, bunun gibi onlarca hayat öyküsünü bir araya getirip “CELAL-AZRAİL SON NOTAYI BEKLER” adlı kitabı yazdı.  Ölümsüz  ses sanatçısı Şark Bülbülü Celal Güzelses’ in 59 yıllık ömrüne sığdırdığı; hanende, sazende, müezzin, mevlidhan, dervişlik, Diyarbakır Valliğinde memurluk yaparken yaşadığı ortamda geçiyor. Mustafa Sağlamer, Celal Güzelses’in torunu Emrah Özpirinçi’nin filitresinden geçirerek ve bülbül hançeresi takmış bir yazı lezzetiyle yazmış. Dünü ve bugünü anlamaya ışık tutan bir kitap... Atatürk Vakfı Yayınları’ndan çıktı. Geliri Vakıftan burs alan öğrencilere ve yurt yapımına bağış olacak.