İnsanın ruhunu daraltan kasvetli bir günün akşamıydı.

Neredeyse yatma vaktiydi.

Mustafa Kemal evine geldi.

Kapıyı açan kızkardeşi Makbule’ye sıkıntılı bir yüz ifadesiyle baktı.

Şefkatle yanağını okşadı.

“Annemin karyolasının önüne yer sofrası hazırla Makbuş, bu gece sizinle biraz dertleşmek istiyorum” dedi.

Zübeyde hanım’ın odasında yer sofrası hazırladılar.

Minderleri, yastıkları yerleştirdiler.

Patates püreli rosto ve yumurtalı ıspanak yapmışlardı.

Biraz sonra Mustafa Kemal odaya girdi.

Üniformalıydı, üstünü başını değiştirmemişti.

Her görüştüklerinde yaptığı gibi annesinin elini öptü.

Bağdaş kurarak oturdu.

Pat diye “gidiyorum” dedi!

Odaya adeta bomba düşmüştü.

“Buraların da Selanik gibi olma ihtimali var, giderken gözüm arkada kalmasın, memleket için uğraşırken sizden yana bir üzüntüye düçar olmak istemem” dedi.

Zübeyde hanım küt diye sırtüstü yığıldı, bayıldı!

Doktor Rasim Ferid’i çağırdılar, yavaş yavaş kendine geldi.

Heyecan, gerginlik, üzüntü, keder...

Yorgun ruhu, bitmek tükenmek bilmeyen ayrılığı taşıyamamıştı.

Çünkü, bir kadının yaşayabileceği en ağır üzüntüleri yaşamıştı.

Dört evladını kaybetmiş, eşini toprağa vermişti.

Oğlunun üzerine titriyordu.

Sabaha kadar uyumadı.

Kuran okudu.

Günün ilk ışıklarıyla, vedalaşmak üzere kapıya geldiler.

Mustafa Kemal’in elinde Kuran’ı Kerim vardı.

Trablusgarp Savaşı’nda Derne komutanıyken, Libyalı mücahit şeyh Ahmet Sünusi tarafından kendisine hediye edilmişti.

Sekiz yıldır nereye gitse, oraya götürüyordu.

Sofya’da Çanakkale’de Şam’da Halep’te Filistin’de hep yanındaydı.

Annesine bıraktı.

“Hakkını helal et” dedi.

Makbule ağlıyordu.

Zübeyde hanım otoriter ses tonuyla haşladı kızını... “Sen asker kardeşisin, ayıp, ağlanır mı hiç” dedi.

Sanki dün gece üzüntüsünden bayılan o değilmiş gibi, heykel misali dimdik durmaya çalışıyordu.

Kızını teselli ederken aslında kendi duygularını bastırıyordu.

“Memleket için giden insan ölse bile ağlanmaz, birazdan misafirler gelir, koş misafirlere şerbet ez!” diye bağırdı.

Sonra da oğluna küçücük bir çıkın uzattı.

Bembeyaz mendiline sarılıydı.

“Lazım olur” dedi.

Çeyizinden kalma altın bilezikleriydi.

Hepi topu üç beş taneydi.

Selanik’ten evinden barkından, elinde avucunda kala kala bunlar kalmıştı.

Mustafa Kemal çıkını aldı, iç cebine koydu.

Üç yıl önce Van’da ordu komutanıyken evlat edindiği ve annesine emanet ettiği yetim Abdürrahim’in elinde güğüm vardı, arkasından su döktü.

Galata rıhtımından motora bindi.

Kız Kulesi açığında demirli olan Bandırma vapuru’na geldi.

İstanbul’a son kez baktı.

Kamarasına girdi.

1920...

Hakikaten lazım oldu.

Ankara’da paraya sıkışmışlardı.

Ekmek alacak durumları kalmamıştı.

Mustafa Kemal, emir erini çağırdı.

“Valizde anamın birkaç parça ziyneti var, bankaya rehin bırak, para al” dedi.

Ali çavuş yatak odasına gitti, karyolanın altındaki valizi açtı.

Mendile sarılı bilezikleri buldu.

Osmanlı Bankası’na koştu, tek kelime etmeden masaya koydu.

200 lirayı sayıp, uzattılar.

Biraz olsun nefes alacaklardı.

Zübeyde’nin çeyiz bileziği...

Milli mücadele hamuruna karılmıştı.

E tabii 200 lira dediğin nedir, göz açıp kapayana kadar tükendi.

Sofraya bulgurdan başka konacak yemek kalmamıştı.

Mustafa Kemal bankalara borçlanmayı reddediyordu.

Özel kalem müdürü Mazhar Müfit bey’in kürklü paltosu vardı, onu sattı, satılabilecek bir o kalmıştı.

Anca birkaç gün daha idare edebileceklerdi.

Kara kara düşünüyorlardı ki, kapı çalındı...

İçeri giren asker “müftü efendi geldi” dedi.

Eyvaahh dedi Mazhar Müfit... Çekmecesini açtı, kahve vardı ama, sadece iki tek kesme şeker kalmıştı, sigara bitmişti, misafir ağırlayabilecek durumda değildi.

Çaresiz, üzüntülü bir ifadeyle “buyursunlar” dedi.

Börekçizade Rıfat efendi odaya girdi.

Masanın kenarındaki iskemleye ilişti.

Mazhar Müfit, Mustafa Kemal için sakladığı iki tek kesme şekere kıyamadı, “zannedersem sade kahve içersiniz değil mi” diye sordu.

Müftü efendi tebessüm etti, “zahmet etmeyin, kahve içmiyorum” dedi.

Sigara da kullanmazsınız değil mi?

Onu da kullanmam.

Halbuki, hem kahve içtiğini, hem sigara içtiğini, elbette herkes gibi Mazhar Müfit de biliyordu.

“Fazla vaktinizi almayayım” diyerek söze girdi müftü efendi... “Biraz sıkıntıda olduğunuzu duyduk” dedi.

Demesine kalmadan, Mazhar Müfit gayet ters bir el işaretiyle müftünün sözünü kesti, “paramız var” dedi, masanın arkasındaki küçük kasayı gösterdi.

Bozuntuya vermek istemiyordu ama, kasada sadece 48 kuruş vardı.

Paltodan geriye o kadarı kalmıştı.

Müftü efendi, cami dışında sarıkla-cübbeyle gezmiyordu.

Bildiğin ceket giyiyordu.

Elini sol iç cebine soktu, mendil çıkardı.

Katlanmış, minik bir çıkın haline getirilmişti.

Masaya koydu.

Açtı.

Bin 200 lira vardı.

Kendi çocuklarına bile yük olmamak için, eşi Samiye hanım’la birlikte biriktirdikleri cenaze parasıydı.



Bu mübarek memleket, Zübeyde hanım’ın çeyiz bileziğiyle, Kuvayı Milliyeci’nin sırtından çıkarıp sattığı paltosuyla, yurtsever müftünün kefen parasıyla kuruldu.



Bugün 19 Mayıs...

Milletten “helallik” isteyenlere sormanın tam vaktidir.



Zübeyde hanım’ın çeyiz bileziğiyle, Kuvayı Milliyeci’nin paltosuyla, yurtsever müftünün kefen parasıyla kurulan, Cumhuriyet’in tek taş pırlantalarını, bu milletin dişinden tırnağından arttırarak kurduğu fabrikalarını, limanlarını, santrallarını, barajlarını sattınız, madenlerini ormanlarını toprağını bile sattınız, buna rağmen devletin borcu azalmadı, aksine yedi misli arttı, borç rekoru kırdınız, Merkez Bankası’nın kasası tam takır olsa gene razıyız, Merkez Bankası’nın kasası 43 milyar dolar ekside... 128 milyar dolar nerede?