Geçen haftaki yazımla ilgili değerlendirmeleriniz için teşekkür ediyorum. Fevkalade önem arz eden şu tespitle konumuza devam edelim: Okuyucu ile metin arasındaki diyalog, dinamik bir ilişkiyi zorunlu kılar. Vahiy-muhatap diyaloğunda akla yer açan düşünürlerin büyük çoğunluğu Arap değildir. Bu noktada, İbn-i Sina’dan Fârâbî’ye, Gazzâli’den Ebu Hanîfe’ye, Mâtüridî’den Hallâc-ı Mansur’a, Nasîrüddin Tûsî’den Birûnî’ye, Feriüddîn Attar’dan Sühreverdî’ye, Mevlâna’dan Yunus Emre’ye, Hoca Ahmet Yesevî’den Hacı Bektaş Velî’ye, Şirâzî’den Fuzûlî’ye vb. pek çok isim sayabiliriz. Orta Asya’da Türk ve İran, Mağrip’de Berberî kültür, kendi düşünce geleneklerini oluşturmuşlardır. Ancak İslam’ı yerel kültürleriyle özdeşleştiren ve bu zeminde mücadele veren siyasal Arap-Müslüman zihin, Arap olmayan Müslümanlara köle anlamına gelen “Mevâlî” kelimesini kullanmıştır. Kaynaklar, Arap-İslam devletlerinde Arap unsurun, Mevâlî unsura karşı hep imtiyazlı olduğunu yazar; bu duruma karşı çıktığından dolayı iktidarı elde eden Abbasi Devleti’nde dahi durum değişmez. Öyle ki, “Namaz kılana bir köpeğin, bir eşeğin ve bir Mevâlî’nin dokunması namazı bozar” şeklinde hadis uydurulacak kadar ileri gidilmiş, Arap olmayan Müslümanlara alt sınıf muamelesi yapılmıştır.

Kûfe’de dünyaya gelen Ebu Hanîfe de bir Mevâlî çocuğudur. Ebu Hanîfe, Hz. Peygamber’in aile efradına zulümleriyle tarihe geçen Emevî ve Abbâsi halifelerine boyun eğmez. Halife Mansur tarafından Kûfe kadısı olmaya zorlanan Ebu Hanîfe, görevi reddeder. Halife Mansur, birtakım cezalarla ikna edeceğini düşünür fakat sonuç değişmez; Ebu Hanîfe’yi hapse atar. Hapiste teklif sürekli yinelenir, kabul ederse çıkartacağını söyler. İslam dünyasının Sokrates’i Ebu Hanîfe, iktidarın kirli oyunlarına alet olmaktansa ölümü göze almıştır. Hapiste işkencelere tabi tutulur ve zehirlenerek öldürülür. İmam-ı Azam olarak anılan ahlak abidesi büyük bilginin hayatı elbette bu köşeye sığmaz. Ancak yeri gelmişken söylemeden geçmeyelim; ülkemizde “Arapçılığı esas alıp, Mevâlî’ye yapılanları mazur ve meşru göstermek için didinenlerin” sesleri, hakikati savunanlardan çok çıkıyor. Aralarında Türk Müslümanlığı, Türk bilginleri ifadelerinden rahatsız olanlar bile var. Rahmetli Yaşar Nuri Öztürk,İslam dünyasının en hararetli ve gayretli Arapçı-Emevi hatip ve kalemşorları Türkiye’den çıkmaktadır. Bunlar bazen ırkçı Arapları bile hayrete düşürecek Emevî avukatlıkları yapabilmekteler” tespitini yapar. Stockholm Sendromu dedikleri bu olsa gerek... Mesele Türk, Fars, Arap kimliği değildir; elbette her toplum, her millet her insan saygıya layıktır. Ancak İslam bahane edilerek, Arap’ın siyasasını, kültürünü, örfünü-adetini, kılık-kıyafetini diğer milletlerin çocuklarına din diye dayatmak ve Türk kültürünün asimilasyonuna göz yummak kabul edilemez.

DİN VE ŞERİAT FARKI

Mâtüridî’nin ve Ebu Hanîfe’nin yaptığı din ve şeriat ayırımı, günümüze ışık tutması açısından son derece önemlidir.  Bilimin ve felsefenin hızla ilerlediği 21. YY’da, Müslüman entelijansıyanın Ebu Hanife’yi ve İmam Mâturîdî’yi çoktan aşması gerekirdi. Aşmak bir yana, o seviyeye bile ulaşılamamış olması hazindir.

Ebu Hanîfe, din ve şeriat ayrımı yaparken, bütün dinleri dikkate alarak; “bazı şeyler bazı insanlar için helal sayılmış bazılarına haram kılınmıştır, bazı buyruklar bazı insanlara emredilmiş, aynı şeyler daha sonra bazılarına yasaklanmıştır der ve dinin artıp eksilmeyeceğine ancak şeriatların tebdil (biçim değiştirmesi) tağyir (başkalaşması-değişmesi) ve neshedilebileceğine” (yürürlükten kaldırılması) dikkat çeker. “O halde tek bir din pek çok şeriat vardır.  Bu din değişmezken, değişik farzlardan ibaret olan şeriatlar, peygamberden peygambere değişmektedir. Eğer Allah’ın bütün emrettiklerini yapmak ve bütün yasaklarından kaçınmak din olsaydı, bu durumda Allah’ın emirlerinden herhangi birini terk eden yahut yasaklarından birini çiğneyen kimse, Allah’ın dinini terk etmiş ve kafir olmuş olurdu, der. (İmam Mâturîdî ve Mâturîdîlik- Sönmez Kutlu- OTTO)

Ebu Hanife’nin “din birdir, şeriat çok ve muhteliftir; dolayısıyla peygamberlerin dini birdir”, yaklaşımını Maturîdî de savunur ve akılla-din, şeriatla-vahiy arasında ilişki kurar.  Maturîdî’de din Allah’ı birlemek/tevhit, inanç esasları, ibadetin sadece Allah’a ait olması ve ahlaki ilkelerdir. Bunlara akliyyat da der. Bütün peygamberlerin geliş sebebi budur. Şeriat ve ahkam ise birbirinden farklıdır, peygamberden peygambere, şartlara ve toplumsal maslahatlara göre değişir. (Tev’ilâtü’l Kur’an- Kitâbü-t Tevhid/Mâturîdî)