DENEYİMLİ SİYASETÇİ ALPAGO, İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’NİN FESHİNE ONAY VEREN DANIŞTAY KARARINI BÖYLE YORUMLADI...


Kadına şiddet davalarının faillerinin iyi hal indirimi, infaz yasasındaki haklar ya da afla yeniden toplum içine karıştığını belirten Önay Alpago, “Aslolan cezayı uygulayabilmektir. Ceza vermeyen devlet olur mu?


Yaşadığımız tüm örnekler toplum yapısını çökertmektedir, ahlaki bir erozyon yaratmaktadır” diye konuştu...


Günler öncesinden başlamıştı konuşmamız; Danıştay’ın İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesine ilişkin Cumhurbaşkanlığı kararının “iptal istemini” 2’ye karşı 3 üyenin oyuyla reddettiği 19 Temmuz günü. Resmi Gazete’de “10 Şubat 2012’de Bakanlar Kurulu kararı ile onaylanan Kadınlara yönelik şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlara İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin Türkiye Cumhuriyeti bakımından feshedilmesine 9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi gereği karar verilmiştir ” açıklamasıyla yayımlanan çekilme kararı ülke çapında protestolarla karşılaşmış, kararın iptali için çok sayıda dava açılmıştı.

Ve Danıştay sonunda Cumhurbaşkanlığı’nın, daha doğrusu yeni sistemde tek karar verici olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kararını hukuka uygun buldu, davanın reddine karar verdi. 2011’de İstanbul’da imzaya açıldığı için adı İstanbul Sözleşmesi olan ve ilk olarak Türkiye’nin (yani aynı hükümetin) imzaladığı sözleşmeyi yine kendileri feshediyorlardı, hem de her gün onlarca kadının ve kız çocuğun aile içinde ve dışında şiddete uğradığı Türkiye’de. 19 Temmuz’dan bu yana sivil toplum kuruluşlarının, hukukçuların, siyasetçilerin ve halkın tepkisi dinmek bilmedi. Bu konuyu, suçluların cezasız kalmasını, bir imamın ve din adamı görüntüsü altında çeşitli kişilerin kadınlar hakkında yaptığı provokasyonları, deneyimli siyasetçi, Kadın, Aile ve Sosyal Hizmetlerden Sorumlu eski Devlet Bakanı, Avukat Sayın Önay Alpago ile konuştum.

Önay Alpago, SHP Genel Başkan Yardımcılığı görevinden sonra Devlet Bakanı olarak görev yapmış, CHP ve SHP’nin birleşmesinin ardından CHP Parti Meclisi üyeliğine seçilmiş, bu görevi 2010’a kadar sürdürmüştür. Yeditepe Hukuk Fakültesi ve çeşitli üniversitelerde Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi dersleri vermekte, serbest avukat olarak çalışmaktadır. Alpago, Atatürkçü Düşünce Derneği Danışma Kurulu Başkanı ve CHP Onur Kurulu Üyesi’dir.


YETKİYİ, KENDİ KENDİSİNE VERDİ

- Sayın Alpago, siz devlet bakanlığı yaptınız, devlet yönetimini iyi bilen bir siyasetçisiniz; bir hükümet kadınlara daha çok zarar vereceği belli olduğu halde, ismi İstanbul Sözleşmesi olan bir sözleşmeyi; nasıl kaldırabilir ve Danıştay bu karara itiraz edilmesini nasıl iptal eder?

Cumhurbaşkanlığı kararnamesi dediğimiz kararnamede Cumhurbaşkanı bir yetki kullanıyor. Bu yetkiyi Cumhurbaşkanı’na veren kim? Cumhurbaşkanı’nın kendisi. Cumhurbaşkanı kaynağını anayasadan almayan bir yetkiyi kullanamaz bir, ikincisi Cumhurbaşkanı temel hak ve özgürlükler konusunda kararname çıkaramaz. Bu her iki hüküm de Anayasa hükmüdür. İdare hukukunun bir kadim kuralı vardır; bir işlem hangi yolla hayata geçmişse ona paralel, onu izleyen biçimiyle işlemden kaldırılır. İstanbul Sözleşmesi’ni Meclis kabul etmiştir. Cumhurbaşkanı’nın görevi nedir; bu kanunu yalnızca onaylar ve yayınlar, yetkisi bu kadardır, hatta geriye gönderme yetkisi bile yoktur. İstanbul Sözleşmesi’ni Meclis kabul ettiği için çekilme yetkisinin de Meclis’te olduğunu Cumhurbaşkanı’nın bilmeme ihtimali yok. Meclis çoğunluğu kendisindeyken “Bu yasadan çekilin” derdi” ve Meclis çekilme kararı alırdı o da onaylardı ve tartışmanın bu boyutu olmazdı. Peki, neden kendisi yaptı; çünkü elinde hukukileşmiş bir güç bulundurmak istedi. “Hukukileştirilmiş bir güçle başka sözleşmelerde de bunu kullanabilirim” demek istedi. Bu önemli bir tehdittir. Cumhurbaşkanının bu adımının yargı tarafından doğru görülmesiyle cumhurbaşkanının bundan sonraki sözleşmelerde bunu kullanabilme yolu açılmıştır.

Sözleşme feshedildikten sonra kadın cinayetleri inanılmaz arttı


- İtalya Başbakanı Mario Draghi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüştü ve “Ona İstanbul Sözleşmesi’ne girmek yolunda teşvik ve telkinde bulundum” diye açıklama yaptı, herkes bunun üzerinde düşünmeli. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’na da dava açıldı.

Evet, bu da inanılır gibi değil, faaliyetleri ahlaka aykırı bulunmuş. Bütün yaşananların hepsi ahlaka uygun, sadece “kadınlar ölmesin, bu cinayetleri durduralım” diyen bir platform ahlaka aykırı. Diyorum ya korku filmi gibi. İnsan haklarını esas alan bir devlette böyle bir platforma ihtiyaç bile olmamalı. İstanbul Sözleşmesi’nin Cumhurbaşkanı imzasıyla çekilmesinden sonrasında inanılmaz sayıda arttı kadın cinayetleri. Çünkü o sözleşmenin kaldırılması kadına şiddetin yolunu daha çok açtı.

Burada söylemek istediğim bir şey daha var; Danıştay’da 2 yargıç bu karara karşı çıktı. Danıştay Savcısı, Danıştay Tetkik Hakimi de karşı çıkmıştır hukuki görüş açısından. 3 yargıç iptalin reddi yönünde oy kullanmışlardır. Ben burada o 3 yargıca şunu söylemek istiyorum; Siz bu feryatları hiç duymadınız mı, şiddete uğrayan, tecavüze uğrayan kadınların gözyaşlarını hiç görmediniz mi, sesini hiç duymadınız mı? Bir kadın ölünce kaç kişi daha ölmüş oluyor “Anne ne olur ölme” diye ağlayan çocuğun çığlığı size ulaşmadı mı? Sizin bulunduğunuz yerden bunlar duyulmuyor mu? Bugüne kadar yapılan protestolardan, tepkilerden hiç haberiniz olmadı mı Allah aşkına?

Diyanet’in uygulamaları bu tür davranışlara cesaret veriyor


- Daha önce de hilafet çağrısı yapan bir imam Halil Konakçı’nın kadınların giyimine, yaşam tarzına çirkin sözlerle saldırması “Sokaklar kasap dükkanı gibi oldu” benzeri çağdışı kışkırtmalar yapması ve halkın tepkisi SÖZCÜ’de manşet oldu. Bunlar münferit olaylar gibi görünmekle birlikte ne zaman gündeme çıksa arkasından kadınları toplum içinde rahatsız eden birileri de çıkıyor. Bu olay ve benzerleri için görüşünüz nedir?

Diyanet’in kendi uygulamaları da bu tür davranışlara cesaret veriyor. Ayasofya İmamı ne oldu, unutuldu gitti. Burada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, Cumhuriyet savcılarının derhal gereğini yerine getirmeleri, görevden alınması, hakkında soruşturma başlatılması gerekiyor. Aksi halde benzer düşüncelerin daha fazla yayılmasına önderlik edecektir. İkincisi sokaklarda onların deyimiyle “kapalı gezmeyen” kadınlara sataşmaların, saldırıların yapılabilmesi söz konusu olabilecektir. Ülkede huzuru, barışı, kardeşliği ve güzel ahlakı tesis için konuşması gereken din adamları, kullandıkları kin ve nefret dilini terk etmelidir. Aksi halde haram ettikleri hayatlardan helallik isteyemezler.

Göçmenlere, çocuklarımızdan daha fazla imkan tanıyoruz


- Avukatlığınızın ve siyasetçiliğinizin yanında aynı zamanda yıllardır üniversitelerde öğretim üyesisiniz Önay Hanım, çok sayıda öğrenci artan hayat pahalılığı ve üniversite kayıt paraları nedeniyle kazansalar bile üniversiteye gidemeyecek. Aileler kredi kartlarıyla yaşıyor, çocuğunu üniversiteye nasıl gönderecek? 

Öğrencileri ve ailelerini her türlü kıskaca almış bir eğitim sistemi var ülkemizde. Öğrencilerimle ders saatleri dışında da sohbet ediyorum; vakıf üniversitelerinde okumanın bedellerinin ne olduğunun, ailelerinin nasıl bir yük altında olduğunun farkındalar. Beslenemiyor, barınamıyor, okul masraflarını karşılayamıyor, bunlar bizim ülkemizin çocukları, Türkiye’nin geleceği. Açılan cezaevi sayısı, açılan yurt sayısının birkaç kat üstünde. Ülkemize gelmiş göçmenlere iş konusunda, burs konusunda, sağlık konusunda kendi çocuklarımızdan daha çok imkan tanıyoruz, gelenlerin derdini bizim çocuklarımız çekiyor, giden paraların derdini yine bizim çocuklarımız çekiyor, bir ülke kendi geleceğine bu kadar yabancılaşamaz!

“Montrö Sözleşmesi’nden de çekiliyorum” diyebilir


- Yani Avrupa İnsan Hakları sözleşmesinden de çekiliyorum diyebilir mi?

Tabii, diyebilir. Ben Montrö Sözleşmesi’nden de çekiliyorum diyebilir, hepsini söyleyebilir. Bu durumda yapılması gerekenler Danıştay’ın daire kararı 30 gün içinde temyiz edilerek Genel Kurul’a gelecektir, Genel Kurul’da da eğer Daire kararına uygun bir onama kararı çıkarsa o zaman Anayasa Mahkemesi’ne gidilecektir, Anayasa Mahkemesi’nin öncelikle söylemesi gereken bu “9 sayılı Cumhurbaşkanı Kararnamesi’nin 3.maddesinin Anayasa’ya aykırılığı” noktası olmalıdır. O da olmazsa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yolu açılacaktır, gerçi “AİHM kararlarını da ben uygulamam” diyen bir yönetimin olduğu ülkede karar öyle de gelse yine uyulmayabilir, o nedenle dilerim siyasi ömürleri seçime kadardır, yeni gelen iktidar değişiminde ve devlet yönetiminde İstanbul Sözleşmesi yürürlüğe girecektir.


Ceza acımadan suçun faillerine uygulanmalı


Kimisi haksız tahrikten kimisi iyi hal indiriminden, kimisi infaz yasasındaki haklardan, kimisi afla gelen bağışlanmadan yararlanarak toplumun tekrar içine karışıyor ve giderek cezasızlık kültürü hakim oluyor Türkiye’de. Bunun olmasını engellemek lazım, burada aslolan; cezaları hiç acımasızca suçun faillerine uygulayabilmektir, ceza vermeyen devlet olur mu? Devletin ceza verme penceresi yalnızca Gezi Davası’nın ya da cezaevindeki generallerin hapiste tutulmasıyla mı sınırlıdır? Yaşadığımız tüm örnekler toplum yapısını çökertmektedir, ahlaki bir erozyon yaratmaktadır.

İlk Meclis Atatürk’e başkomutanlık yetkisini bile 3 aylığına vermiş


- Avrupa ülkelerinde iktidar olmak gerekmiyor, parlamentolarında iktidarın bakanları muhalefet partili milletvekillerinin her sorusunu tüm detaylarıyla ter akıtarak cevaplıyor, hesap veriyor. Türkiye’nin sorunu Meclis’in demokratik şekilde çalışmaması.

Ama işte sistemin getirdiği eksiklerden biri de bu.  Bugün TBMM’nin ne güvenoyu vermesi, ne gensoru vermesi, ne sözlü soru sorabilmesi, ne denge-fren mekanizmalarını kullanabilmesi diye bir şey yok, hepsi kalktı Anayasa’dan, sadece yazılı soru verebiliyorsunuz ona da canı isterse cevap veriyor, o da süresi bittikten sonra, ya da hiç cevap vermiyor. TBMM, bu sistem içinde neredeyse hiçbir hükmü kalmamış bir kuruluşa dönmüştür, ne kadar acı, ne kadar ayıp. O Meclis ki Kurtuluş Savaşı’nı yönetmiş bir meclistir, 23 Nisan 1920’de açılan Meclis’te -daha savaş yıllarında, Cumhuriyet ilan edilmeden- 98 gensoru görüşmesi yapılmış, milletvekilleri her gün konuşmalar yapıyor, sorularının cevabını istiyorlar, o meclis bugünkünden çok daha demokratik, denge-fren mekanizmasının çok daha hakim olduğu şekilde çalışıyor. Atatürk’e “başkomutanlık” yetkisini 3 ay için veriyor; “3 ay sonra hesap verirsiniz, uzatırız ya da uzatmayız” diyebiliyor. Bütçedeki her kuruşun hesabını soruyor, bizde bütçenin sahibi kim? Cumhurbaşkanı, yapan o, denetleyen o, her şey o. Kısacası, ilk Meclis’in çok gerisine düşmüş, tamamen etkisizleştirilmiş bir TBMM var artık ve ancak seçimden sonra bu sistemin değiştirilmesiyle eski gücüne kavuşacağını umuyoruz.


Liyakatsizleri atayan kişinin kendisi liyakatsiz demektir


- Cumhurbaşkanı Erdoğan, hem bakanlık hem de başbakanlık yapan Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu ve uzun yıllar bakanlık yapan DEVA Partisi lideri Ali Babacan için “O makamlara layık oldukları için gelmediler, getirildiler” dedi. Siz de bakanlık yaptınız Sayın Alpago, bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ülkenin bakanlarını “kul” yerine koyan bir anlayış vatandaşı nasıl görür ki? Utanç verici, liyakati değil itaati önemseyen bir açıklama. Bilerek liyakatsizleri atayan kişinin, kendisi de liyakatsiz demektir. Cumhurbaşkanı son dönemde 5 kez Maliye Bakanı, 4 kez TÜİK Başkanı değiştirmiştir. Sayısız kereler Milli Eğitim Bakanı, Ticaret Bakanı değiştirmiştir. Kendi göreve getirdiği bakanları liyakatsiz gören, yerine başkalarını getiren, sonra o göreve getirdiği bürokratlarını da görevden alan bir devlet başkanı örneği vermiştir ki bu yakın tarihte dünyanın hiçbir yerinde görülmemiştir.