Nuri Kurtcebe.

Varlığıyla onur duyduğumuz, yurtsever düşüncelerini, hayata karşı omurgalı duruşunu daima örnek aldığımız efsane karikatürist.



Muğla’da dünyaya geldi, babasını çok erken kaybetti, eğitim masraflarını, zihin dünyasında çok önemli yeri olan, futbolumuzun taçsız kralı Metin Oktay karşıladı, devlet güzel sanatlar akademisinin resim bölümünden mezun oldu, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en etkileyici mizah dergisi Gırgır’ın çekirdek kadrosunda yeraldı, Gaddar Davut gibi unutulmaz karakterler yarattı, dünyada sadece Türkçe literatürde bulunan “maganda” kelimesini icat etti, mizah zekasının keskinliği hakikaten büyüleyicidir, üç defa Hasan Tahsin Ödülü aldı, Uğur Mumcu Ödülü’ne layık görüldü, Truva Kültür Sanat Ödülü aldı, Çağdaş Eğitim Vakfı ödülü aldı, Almanya Atatürkçü Düşünce Derneği tarafından Yılın Atatürkçüsü seçildi, kalpaksız Kuvayı Milliyeci olduğu için özellikle son 20 yılda ağır eziyet çekti, işsiz bırakıldı, evsiz bırakıldı, tazminat cezalarıyla ezilmeye çalışıldı, asla eğilip bükülmedi, en son, karikatürleriyle asrın liderimize hakaret etti diye hapse atıldı... Yolcu otobüsüyle Yalova’ya tatile giderken, sanki kaçıyormuş da yolda yakalanmış gibi jandarma ekipleri tarafından tutukladılar, adeta teröriste suçüstü yapılmış gibi otobüsten indirdiler, bir yıl üç ay hapis cezasını yatırmak için cezaevine koydular, avukatlar itiraz etti, 70 yaşın üstünde olduğu için, ciddi sağlık sorunları olduğu için, lütfettiler, denetimli serbestlikle bıraktılar, yeni yeni ihbarlarla yargılanmaya devam ediyor.



Ve...

Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’nı 20 yıl önce çizgi roman haline getiren Nuri Kurtcebe’nin bu eşsiz başyapıtı, Cumhuriyetimizin 100’üncü yılına armağan olarak, Sia Kitap tarafından yepyeni ölçüler, yepyeni mizanpajla yeniden basıldı.



Çizgi roman diyoruz ama, aslında çizgi roman tanımıyla özetlemek mümkün değil... Her bir karesi, poster gibi büyütülmesi gereken, tablo gibi duvarlara asılması gereken bir sanat eseri... Kuvayı Milliye Destanı’nın adeta sayfa sayfa soluk alıp veren, canlanmış hali.



Önsözü, Oğuz Aral’a ait.

Şöyle demiş büyük usta...

“Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’nı ilk dinlediğimde 17-18 yaşlarındaydım. Nazım’ın şiirleri ülkemizde yasaktı. Biz de şiirleri ince pelür kağıtlarının arasına karbon kağıdı koyarak daktiloda çoğaltırdık. Bir öğrenci evinde toplanıp, mum ışığında ve ucuz Marmara şarabı eşliğinde birbirimize okurduk. Yani, devlet babanın deyimiyle (ödümüz patlayarak) komünistlik yapardık.

Bir ömür kadar uzun zaman sonra kendimi destanı sahneye koyarken buldum. Bir Garip Orhan Veli’den sonra Müşfik Kenter’le Nazım’ı da ete, kemiğe, sese büründürmek istemiştik. Belki şairi çok özlemiştik. Oyunu sahnelerken 40 yıl önce farketmediğim bir sırrın ayrımına varmıştım.

Kuvayı Milliye Destanı sadece sözcüklerden ibaret değildi. Resimdi, müzikti, sinemaydı, renkti, kokuydu, hatta karikatürdü. (Dağ başında anadan üryan cepheye silah kaçıran bir şoförü hangi sanatla anlatabilirsiniz?) Ne yazık ki, destanı kimse film yapmadı. Yunus Emre Oratoryosu gibi müziğini de bestelemedi.

Ama yine yarı deli, yarı divane bir başka çizgici, (deliler genellikle çizgicilerin içinden çıkar) destandaki görsel güzelliğe dayanamayıp yıllarını verdi, Kuvayı Milliye Destanı’nın çizgi romanını çizdi. Çizgilere bakınca kalemiyle Nazım’ı çizen bir çizer değil, süngüsüyle Kurtuluş Savaşı’na katılan bir nefer bulacaksınız karşınızda...

Nuri Kurtcebe, destanı çizgiyle tercüme etmeye kalkmamış. Şiirdeki muhteşem görselliğe kapılıp, savaşa ve destana kendini adamış. Yoksa, ünlü bir çizerin para pul demeden, hastalık sağlık demeden, yıllarını nokta-nokta, çizgi çizgi bir destan romana kendini adaması, başka türlü nasıl izah edilebilir ki... Ayrıca, çok iyi bir müzikçi olan Nuri Kurtcebe, destandaki müthiş senfonik müziği de yakalamış ve çizgilerine aktarabilmiş.

En eski sanatlardan olan şiirin, en yeni sanat olan çizgi romanla böylesine can kardeş olabilmesi, beni hem çok sevindirdi, hem çok şaşırttı. Bugüne kadar başka bir örneğini görmüş değilim.”



Evet... Dünya çapındaki çizgi ustamız Oğuz Aral’ın bile “başka bir örneğini görmüş değilim” dediği bir eser bu.



İstanbul 918 teşrinlerinde,

İzmir 919 mayısında,

Ve, Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar haziran ortalarına kadar, yani tütün kırma mevsimi, arpalar biçilip buğdaya başlanırken, yuvarlandılar.

Adana, Antep, Urfa, Maraş düşmüş, dövüşüyordu.

Ateşi ve ihaneti gördük.



Kadınlar, bizim kadınlarımız,

korkunç ve mübarek elleri, ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle anamız, avradımız, yarimiz

ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen,

ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen,

ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız,

ve ekinde tütünde odunda ve pazardaki

ve karasabana koşulan

ve ağıllarda, ışıltısında yere saplı bıçakların, oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar, bizim kadınlarımız

şimdi ay’ın altında, kağnıların ve hartuçların peşinde, harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi, aynı yürek ferahlığı, aynı yorgun alışkanlık içindeydiler

ve onbeşlik şarapnelin çeliğinde ince boyunlu çocuklar uyuyordu

ve ay’ın altında kağnılar yürüyordu, Akşehir üzerinden Afyon’a doğru.



Dörtnala gelip uzak Asya’dan,

Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benzeyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, yok edin insanın insana kulluğunu, bu davet bizim.

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür

ve bir orman gibi kardeşçesine,

bu hasret bizim.



“Nazım Hikmet yazdı, ben çizdim, havaya, suya, toprağa” diyor, değerli ağabeyim Nuri Kurtcebe... “Gözyaşlarımla çizdim” diyor.



İddia ediyorum, kendinizi 1919’a ışınlanmış zaman yolcusu gibi hissedeceksiniz, kendinizi Kuvayı Milliye saflarında, Ege dağlarında, Antep’te Maraş’ta, Sakarya’da, Dumlupınar’da bulacaksınız.

Mutlaka okumanızı öneriyorum.

Mutlaka, çocuğunuzun kütüphanesine koymanızı öneriyorum.

Kuvayı Milliye ruhunu nesilden nesile aktarmak için, mutlaka, torununuzun kundağına bırakmanızı öneriyorum.