Türkiye’de ne zaman siyaset alevlense, devasa sorunlar bir yana bırakılır ve din tartışmaları devreye sokulur. Ancak din de asli unsurlar üzerinden konuşulmaz; günlük politikaya alet edilebilecek, popülist, kutuplaştırıcı, magazinel meseleler ortaya dökülür. Hatırlayalım; ibadetler zemininde sakız çiğnemek orucu bozar mı türünden sorular; muamelat üzerinden çocuk evlilikleri, asansörde halvet, kadın erkek eşit değildir gibi garabet konular; din-devlet ilişkileri bağlamında ezan yasaklandı, Kur’an okutulmadı, laiklik din karşıtlığıdır gibi kavgaya çanak tutan polemikler gündemi işgal eder. Hiç bitmeyen başörtüsü meselemiz malumun ilamı. Ancak yöneten ve yönetilen ilişkisi zemininde, dinin esasını teşkil eden ve göz ardı edilmemesi gereken temel ilkeler hiç gündeme getirilmez. Örneğin toplumsal barışın omurgası “adalet” kavramının, din-siyaset bağlamında öneminin tartışıldığını gördünüz mü? “Fırat’ın kenarında kaybolan koyunun hesabı benden sorulur” denilir ama ne koyun bulunur ne hesabı sorulur! Keza hemen peşi sıra gelen liyakat ilkesi de bile isteye görmezden gelinir: “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder” (Nisa/58) ayetinin nüzul sebebi dikkat çekicidir: Mekke’nin fethinden sonra Hz. Peygamber, Kabe’nin anahtarlarını kimine göre henüz Müslüman olmamış Osman b. Talha’dan alır ve amcası Abbas’a verir. Kur’an bu duruma onay vermez ve yukarıdaki ayet gelir. Çünkü Talha, yaptığı işte liyakat sahibidir ve işini düzgün yapan bir kişidir. Hz. Peygamber de amcasından anahtarları geri alır ve Osman b. Talha’yı yeniden görevlendirir. Ayet toplumsal hizmeti yapacaklarda aranacak temel ilkeyi ortaya koymuştur: Liyakat. Peki, ayrımcılığı, kayırmacılığı, akrabacılığı reddeden bu önemli ilkenin etkin ve yetkin dindar siyasetçiler tarafından seslendirildiğini ve yerine getirildiğini gördünüz mü?

KUR’AN’IN YÖNETİCİLERE EMİRLERİ

Gelmek istediğim nokta, Kur’an; yönetim biçimiyle, devletin yapısıyla, kurum ve kuruluşlarla ilgilenmez. Ancak devleti yönetenlerin nasıl bir tutum sergilemesi gerektiğiyle ilgili temel ilkeler verir. İmam Maturidi’nin İslam siyaset felsefesi zemininde söylediklerini dikkate alarak şu hususları yöneticilerin ve siyasetçilerin dikkatlerine sunalım: Mülk Allah’a aittir; yöneticiler halkın, hazinenin, devletin, toprakların sahibi değildirler. Yöneticiler sadece emanetçidirler. Emanetçi, emanetleri yani toplumun hizmetinde olan malı, mülkü, toprakları, hazineyi, yer altı ve yer üstü kaynaklarını vb. korumak zorundadırlar. Zimmetlerine geçiremezler. Bu ihaneti yapanlara Kur’an şöyle seslenir: “Kim emanete (kamu malına) hıyanet ederse, kıyamet günü hıyanet ettiği şeyle birlikte gelir.” (Ali İmran/161)

Kaldı ki, kendi çabamızla elde ettiklerimiz dahi bize emanettir  Geçiciliğini unutan insanın, hırsları uğruna yeryüzünü nasıl yaşanmaz hale getirdiği ortada. Dünya kimseye kalmadı, kalmayacak da. Dünyanın en büyük imparatorluğunun padişahı olarak yıllarca hükmünü sürdüren Sultan Süleyman’a da kalmadı ve bunu da hiçbir kitap yazmadı. Gençlerin, tüyü bitmedik yetimlerin, banka kuyruklarında bastonlarıyla bekleyen yaşlıların haklarını gasp edenler bunu göz ardı etmesinler. Yunus Emre’nin “Mal da yalan, mülk de yalan, var birazda sen oyalan” sözleri, İslam’ın “emanete” bakışını anlatır. Yanlış anlaşılmasın, “emanet” anlayışı hayatı boş-beyhude görmek değildir. Bilakis insana bahşedilen yeryüzü, varlık, ömür, sağlık, akıl, makam, mevki vb. her imkân, hassas bir çabayı zorunlu kılar. (Bakara/30) Allah’ın rızası ve hoşnutluğu da bu çabadadır. (Fecr/28) İman, tam da bu sorumluluğun adıdır ve Kur’an buna “takva” der. (Bakara/2) Emanet ile sorumluluk arasındaki hassas ilişki mümin bilincini oluşturur. Dolayısıyla Müslüman toplum demek adaleti, liyakati, meşvereti, sorumluluk bilincini, barışı ve huzuru yerli yerine oturtmuş topluluk demektir. Peki, nerede bu bilinç?

DİYANET KENDİNİ BEĞENİYOR MU?

İslam düşüncesinin emanet, adalet, şura, ehliyet, sorumluluk bilinci, barış, uzlaşı gibi temel kavramları geniş halk kitleleri tarafından içselleştirilmediği sürece yöneten-yönetilen ilişkilerinde din kullanılmaya devam edecektir. Siyasetçiyi ve yöneticileri duyarlı ve sorumlu hale getirecek bizleriz. Toplumu bilinçlendirecek ve talep etmesini sağlayacak sivil inisiyatiflere, sivil toplum kuruluşlarına ve bilim insanlarına ihtiyaç var. Bu noktada kendisini sorgulaması gereken kurumların en başında da Diyanet var. Yaptığı açıklamalar toplumsal vicdanda karşılık buluyor mu? Bu ülkenin geleceğiyle ilgili kendini ne kadar sorumlu görüyor ve bu konuda neler yapıyor?  Devlette, kurumlarda, yönetenlerde, siyasette yukarıda özetlemeye çalıştığım temel kavramlar yerleşmemişse, dev bütçesi ve dev kadrosuyla kendisini sorgulaması gerekmez mi? Makamlar güzeldir efendiler ama emanettir, emanete ihanet ise Allah’a ihanettir. Vesselam.