Kars’a geldim ya...

Siyah şişeğin gece iki kuzu doğurduğunu gördüm ya...

O ses takıldı aklıma.

Bütün gün o sesi duydum zihnimde.

Metal bir kovaya çarpan sütün sesini.

Üç beş saniyelik kesintisiz bir ses.

Cılız bir şekilde başlıyor, tok bir hal alıyor, yeniden cılızlaşıyor ve bitiyor.

Sonra belli bir ritimle tekrarlanıyor.

Ana elinin, belki de hayatın ritmi...

Fışşşş fış, fışşşş fış, fışşşş fış...

Bir süre sonra farklılaşıyor ses.

Gelen süt artık metale değil, kovanın içinde biriken süte çarpıyor.

Daha kalın bir ses dolduruyor kovayı.

Biraz önce doğan ve ağız sütüyle karınlarını bir güzel doyuran ikiz kuzular paytak paytak yürümeye başlıyor.

Sağa sola ilerleyip, başka koyunlara bilinçsizce burunlarıyla dokunuyorlar.

Belki de analarını arıyorlar.

Sütün kovadaki ritmine bu kez onların sesi ekleniyor.

Yavrularının sesine kulak kesilen anaç koyun hareketlenmeye başlıyor.

O sırada sağıldığına aldırmadan bir iki adım atıyor yavrularına doğru.

Kadın, koyunun hareketlendiğini sezer sezmez kovaya sarılıyor, devrilmesin diye.

Zira her damlası kıymetlidir o sütün.

Hepsinin ortak rızkıdır o süt.

O hanedeki bereketin kaynağıdır.

İlk sütüdür koyunun, ilk ağız sütüdür kuzunun.

Birazdan bir kısmıyla kendi çocuklarına kömbe hamuru yoğuracaktır.

Güzelce yuvarlayıp, yassılayıp üzerine yumurta kırıp melamin tepside tandır damında kurduğu pecin (sobanın) fırınına atacaktır.

Çocukları o kokuyu duyar duymaz, gayri ihtiyari kedi gibi tandır damına yığılacaktır.

Kalan sütü en küçük çocuğuyla kuzular arasında pay edecektir.

O süt, hepsini birbirine bağlayacaktır.

Son beşiği, telli tokalı kara gözlü küçük kızı, ikiz kuzularla süt kardeşi olacaktır.

★★★

Yıllar önce, ben çocukken, bu aylarda Anadolu köylerindeki her ahırda benzer sahneler tekrarlanırdı.

İlk kez anne olan genç şişekler, düveler, atlar, deneyimli Anadolu kadınlarından yavrusunu emzirmeyi öğrenirdi.

Analar, tandır damlarında ağız sütüyle yoğrulmuş hamurlarla kızarmış kömbeler pişirir bereketli büyük aile sofralarına koyardı.

O ahırlar, o kuzularla, buzağılarla, taylarla, bahar gelene dek büyük bir “hayat” olurdu.

Bahar gelip tarlalar, çayırlar çiçeğe ve bin bir renge kestiğindeyse ahırların kapısı açılır, kuzular, buzağılar taylar çılgınca koşup eğlenirdi.

Bu sıralar ne zaman köye gitsem, o sesi anımsasam, kuzuları, buzağıları, tayları ve nenemin pişirdiği kömbeyi düşünsem, büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorum.

Çünkü o köylerde artık ahırların boş olduğunu, köylülerin “üç harfli” marketlerden plastik ambalajında pastorize süt ve ekmek aldığını görüyorum.

★★★

Bu iktidarın bu ülkeye yaptığı en büyük kötülük, tarımı bitirmesi oldu.

Bu iktidarın bu ülkeye yaptığı en büyük kötülük, Anadolu köylüsünü o koyunlara kuzulara muhtaç bırakması oldu.

Bu iktidarın bu ülkeye, bu halka yaptığı en büyük kötülük, o kızarmış kömbelere, o ağız sütüne hasret bırakması oldu.

Kimse unutmasın:

Ağız sütü deyip geçemezsiniz.

“Ne fark eder marketten alın” diyemezsiniz.

Çünkü o süt Anadolu’yu terk ederse Anadolu, Anadolu biterse de hayat biter!