Sevgili okurlarım burada sık sık dile getirdiğim bir gerçek vardır...

Türk Milleti olarak biz değil uzak, yakın tarihimizi bile yeterince bilmeyiz. Bu günlere nerelerden nasıl geldiğimizi öğrenmek de istemeyiz. Çoğu zaman aklımızdan bile geçmez!

Buna Cumhuriyet tarihi de dahildir.

Örneğin Cumhuriyet’in 100. yılına nasıl ulaştık, o 100 yıllık sürece gelirken siyasette, ekonomide ve öteki alanlarda neler oldu, neler yaşandı, bilmek ve öğrenmek bir yana, çoğu kez aklımıza bile getirmeyiz.

Şimdi ben de bunları gazeteci kardeşim Mustafa Balbay’ın yeni çıkan kitabından okuyup eksiklerimi gidermeye çalışıyorum.

“100 Yıla Bakış. 1923-2023.” (Bilgi Yayınevi.)

İnsan belleği zayıftır, kolay unutur...

Zaten çoğumuz yakın geçmişimizle ilgili ne kadar çok somut ve önemli olayları bile unutmuş durumdayız.

★★★

Balbay’ın kitabında ilginç bir düzenleme yer alıyor.

Cumhuriyet’in 100 yılı, her biri 10 yıldan oluşan bölümler olarak hazırlanmış.

1920-1930... 1940-1950... 1980-1990... 2020-2023 gibi...

Ve ortaya hap gibi, unutanlar ya da bilmeyenler için ilaç gibi olan bütün önemli olaylar yazarın yorumlarıyla birlikte karşımıza çıkarılmış.

Ne zaman neler olduğu kolay ve okunur bir biçimde anlatılıyor.

Okudukça öğreniyoruz, bilgi eksiklerimiz gideriliyor, belleğimiz tazeleniyor, önümüz açılıyor.

İşte kitabın önsöz bölümünün kısa bir özeti:

★★★

Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”

Mustafa Kemal Atatürk, bu sözü daha “Atatürk” soyadını almadan 16 Haziran 1926’da, İzmir’de kendisine suikast yapılacağını öğrendikten sonra söylemişti.

Atatürk’ün sonsuza dek yaşayacak dediği Cumhuriyet şimdi üç haneli rakamlarla tanışıyor. Cumhuriyet’in 100. yılı kutlu olsun!

1923’te tarih sahnesine çıkan Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri o kadar sağlam atıldı ki, o temellerin her sütunu âdeta her cumhuriyetçi yurttaşın yüreğinden fırlayıp öteki sütunla buluşuyor. Bunca sütunu ortadan kaldırabilir misiniz?

Bunun için bir milleti tümüyle yok etmeniz gerekir.

Üstelik Atatürk, cumhuriyeti bir kuruma, bir meslek grubuna ya da kesime emanet etmemiş, Türk gençliğine emanet etmiş!

Burada gençliği sadece yaş olarak da algılamamak gerekir. İnsan, damarları kadar sağlıklı, heyecanları kadar gençtir. Türkiye’de Cumhuriyet’i yaşatacak heyecan hep vardı, var olmaya devam edecek.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde üç dönem İzmir Milletvekilliği yapmış bir gazeteci-yazar olarak ben, 100. yıla nasıl katılabilirdim?

★★★

Yarısına tanıklık ettiğim 100 yılı araştırmayı, incelemeyi de iş edindim. Her 10 yıl, ülke ve dünya gerçekleriyle birlikte değişik başlangıçlara evriliyordu.

1920’lerde; Kurtuluş Savaşı örgütlenmiş, başarılmış, Cumhuriyet ilan edilmiş, devrimler adım adım hazırlanıp topluma mal edilmiş. Lozan’da Sevr yırtılmış, kazanımlar uluslararası meşruiyete ulaşmış.

1930’larda; “yurtta sulh dünyada sulh” ilkesiyle Türkiye Cumhuriyeti kendisini dünyaya kabul ettirmiş, etrafında paktlar oluşturmuş, devrimler kadınları da içine alacak şekilde mayalanmış.

1940’larda; Atatürk’ün ardından Cumhuriyet’in yaşayacağı kanıtlanmış. İkinci Dünya Savaşı, Atatürk’ün hazırladığı sürecin devamı olarak Türkiye’nin en az zarar göreceği şekilde atlatılmış. Demokrasinin Atatürk’ün de özlemi olan çok partili yaşamla bütünleşmesi için çaba harcanmış.

1950’lerde, İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, çok partili yaşamın kapısını açıp iktidarın seçimle devredilmesi ilkesini başlatmış. Soğuk Savaş ortamında Türkiye tercihini Batı’dan yana yapmış, NATO üyeliği ile taraf olmuş.

1960’lar, yara alan demokrasinin çağı yakalaması çabalarıyla geçmiş. Türkiye, askerlerin demokrasiye müdahalesinin nedenlerini ve sonuçlarını yaşamış. Çağa uygun anayasa çabası harcanmış. Gençlik hareketleri Soğuk Savaş’la boğulmuş.

1970’lerde, anayasa ve özgürlükler ciddi tartışma konusu olmuş. Ordu, parlamentonun açık kalmasını sağlayıp yeni bir düzenle, “bol gelen” anayasayı “daraltmış.” İkinci yarıda büyük bir iç çatışma ortamına girilmiş, siyaset bunu önleyecek liderliği gösterememiş.

1980’lerde, ordu “emir-komuta zinciri” içinde yönetime bütünüyle el koymuş.
Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi dahil bütün partiler kapatılmış, bütün temel kurumlar yeniden dizayn edilmiş. Bütün askeri müdahaleler gibi bu da “Atatürk’e sığınılarak” yapılmış.

1990’lar, 12 Eylül’ün kuşattığı zincirleri kırmakla, anayasadaki yasakları kaldırmakla geçmiş. Ancak siyasetin sağ ve sol yelpazesinde Türkiye’ye hedef gösterip liderlik edecek partiler, güçlerini birbirine karşı harcamış. Bu ortamdan dini değerleri siyasetin her alanında kullanmaktan çekinmeyen siyasi hareketler yararlanmış. Ordu bu kez duruma daha farklı yöntemlerle müdahale ederken bunun sonuçları 2000’lerde çıkmış.

2000’lerde, bütün önceki müdahalelerde olduğu gibi, millet, önüne sandık konduğunda askerlerin öngördüğü dizayna göre oy vermemiş ve siyasal İslam iki kanatla iktidara ulaşmış. “Önce devlette kadrolaşalım sonra iktidarı alırız” diyen kanatla, “Ne yapıp edip sandıkla gelelim” diyen kanat zirvede buluşmuş.

★★★

2010’larda, devletin zirvesinde buluşan bu iki kanat 12 Eylül 2010 referandumu ile yargıyı Türkiye Cumhuriyeti devletinden almış, kendisine bağlamış. İki kanadın iktidarı paylaşma mücadelesi 15 Temmuz 2016’da çok tehlikeli bir darbe girişimine dönüşmüş. Bu girişimi yapan, “Yurtta sulh konseyi” kurup Atatürk’e öykünmeye kalkarken, onu yenen kanat da genel merkezine dev Atatürk posteri asıp kendi iktidarını yerleştirmeye girişmiş.

★★★

Bir ülkeyi kimin yönettiği elbette önemlidir. Bir o kadar önemli olan o ülkede kimin yaşadığıdır. Bu ülkenin kalbi en çok Anıtkabir’de atıyorsa, söze buradan başlanacak demektir.

İletişim çağındayız. Medyaya ilişkin bir çalışmada ürettiğim sözü paylaşmak isterim: Bilmek, haktır! Evet, bilmek artık en temel insan haklarından biridir.

Atatürk, tanındıkça, bilindikçe büyüyen bir insan. Onu sadece anmak değil, öncelikle anlamak gerekir. 100 yılda ne kadar anladığımızı, ne kadar yol gittiğimizi de bilmek gerekir.

Bilmek gerekir ki, önümüzü görebilelim...

Bilmek gerekir ki, başımıza neler geldiğini, hangi deneyimleri edindiğimizi anlayalım.

Bilmek gerekir ki, Anıtkabir sadece kalplerin attığı değil, aynı zamanda bilincin yükseldiği yer olsun.