Suriye’de Esad’ın devrilmesiyle birlikte ortaya çıkan tabloda Türkiye ne yapmalı, Ortadoğu’da roller değişecek mi? İsrail’in yayılmacı politikalarını dengeleme rolünü Türkiye üstlenirse ne olur? Harvard Üniversitesi Weatherhead Uluslararası İlişkiler Merkezi’nde Kıdemli Araştırmacı Prof. Dr. Evren Balta ve Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Kurucu Direktörü Gönül Tol’a sordum.
- ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Esad yönetiminin devrilmesi sonrası Suriye gündemiyle Ankara'ya geldi. Önce Cumhurbaşkanı Erdoğan, daha sonra Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ile görüştü. İstikrarlı bir Suriye görmek istedikleri konusunda uzlaşıda oldukları açıklandı. ABD, Türkiye’den ne istemiş olabilir?
Görüşmelerin dört temel konuda yoğunlaştığını söyleyebiliriz. Birincisi, Suriye’nin istikrarı ve geçiş dönemi hükümeti. Bu istikrarın nasıl sağlanacağı konusunda iki tarafta farklı görüşler olması muhtemel. Bu aşamada her iki taraf da geçiş dönemi hükümetinin önemini ve katılımcı, demokratik bir yapının gerekliliğini vurguluyor. ABD Türkiye’nin bölgedeki muhalif gruplarla olan bağlantıları nedeniyle Türkiye’yi bu geçiş sürecinde önemli bir aktör olarak görüyor, görmeye devam edecek. İkincisi, IŞİD’le mücadele. Bu konuda ABD’nin YPG/PYD ile yol yürümesi, Türkiye ile arasını açmıştı. Türkiye, bu mücadelede aktif bir rol üstlenmek ve YPG’nin etkisini azaltmak istiyor. Tarafların açıklamalarına göre bir diğer önemli konu Gazze ve Hamas oldu. Blinken, ateşkes çabalarının olumlu bir noktaya geldiğini söyledi ve Türkiye’nin Hamas üzerinde nüfuzunu kullanarak bu süreci desteklemesini istediğini ifade etti. Türkiye’nin bu konuda nasıl bir rol üstleneceği, ilerleyen günlerde daha netleşecek. Son olarak, elbette Türkiye'nin sınır güvenliği ve PYD konusu görüşmelerin ana başlıklarından biri oldu. Blinken, Türkiye’nin terörle mücadeledeki endişelerini kabul etmekle birlikte, Suriye’de yeni çatışmaların önlenmesi gerektiğini vurguladı. Blinken, ziyaretinden bir gün önce yaptığı basın toplantısında hemen Erdoğan ve Hakan Fidan’ın adını zikrettikten sonra "Ülke içindeki veya dışındaki herhangi bir aktörün dar çıkarlarını, Suriye halkının çıkarlarının önüne koymasını önlemeye odaklanacağız" demişti. Bence bu cümle ABD’nin Suriye’ye bakışını çok iyi özetliyor.
Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Kurucu Direktörü Gönül Tol
GÖNÜL TOL: Amerika’nın Suriye’de iki önceliği var. Birincisi IŞİD ile mücadele, ikincisi İran’ın etki alanını daraltmak. Vaşington her iki amacı gerçekleştirmek için YPG ile ittifakına önem veriyor. Hem YPG’nin askeri gücünün desteğiyle hem YPG’nin IŞİD üyeleri ve ailelerinin kaldığı hapishaneleri kontrolü sayesinde IŞİD ile etkin bir mücadele ettiğine inanıyor. YPG’nin kontrol ettiği bölgeler sayesinde de İran’ın Suriye içindeki manevra alanını kısıtladığını düşünüyor. Bunlar göz önüne alındığında Blinken’ın Türk mevkidaşından IŞİD ile mücadele, YPG’nin Fırat’ın doğusunda kalan bölgelerdeki mevzilerine saldırılmaması ve yeni Şam hükümetinin Kürtleri de kapsayacak şekilde kapsayıcı olması konusunda yardım istediğini tahmin edebiliriz.
- YPG’ye dönük askeri operasyonlardan rahatsızlık dile getirildi mi? Blinken’ın açıklamaları bu konuda ne anlama geliyor?
Harvard Üniversitesi’nden kıdemli araştırmacı Prof. Dr. Evren Balta
EVREN BALTA: Blinken, yine ziyaretinden bir gün önce yaptığı açıklamada, “Türkiye’nin PKK ve terörle mücadele konusundaki haklı kaygılarını anlıyoruz. Ancak bu dönemde Suriye’nin kuzeydoğusunda yeni çatışmaların tetiklenmesini istemiyoruz” ifadelerini kullanmıştı. Bu açıklama, ABD’nin Türkiye’nin operasyonlarına tamamen karşı olmadığını, ancak bölgedeki çatışmaların dengeleri daha da karmaşık hale getireceğinden endişe ettiğini gösteriyor. Muhtemelen ABD’nin bu noktada Türkiye’den istediği, askeri operasyonların sınır güvenliğine odaklanması ve YPG ile doğrudan çatışmalardan kaçınılması. Ayrıca, YPG’nin bazı bölgelerden çekilmesi ve özellikle Arap nüfusun yoğun olduğu alanlarda tansiyonun düşürülmesi konusunda ABD’nin Türkiye ile uzlaşma arayışında olduğu iddiaları da var.
- ABD’nin Ortadoğu planında ne var? Bir tür ‘Böl-parçala-yönet” taktiği olduğu görüşlerine katılır mısınız? ABD olası bir Kürt devleti seçeneğini yedekte tutuyor mu?
BALTA: ABD’nin Ortadoğu’da uzun vadeli, bütüncül bir planı bulunmuyor. Daha çok çekilme arzusu ile bölgedeki çıkarlarını koruma gerekliliği arasında sıkışmış bir durumda. Bu sıkışıklık, ABD’yi kısa vadeli ve esnek bir dış politikaya yöneltiyor. Bu politikanın ana ekseni İsrail’in güvenliği. Ardından İran’ın çevrelenmesi gibi, ki zaten bu da İsrail ile ortak bir hedef, stratejik önceliklerden oluşuyor. Bunun yanı sıra Çin’in bölgedeki etkisini sınırlamak ve IŞİD gibi terör örgütlerinin yeniden güçlenmesini önlemek diğer önemli hedefler arasında yer alıyor.Ancak ABD, bu hedeflere ulaşırken maliyetli askeri müdahalelerden kaçınmaya çalışıyor ve kendi kamuoyunda askeri müdahalelere giderek azalan destek nedeniyle vekil güçlere daha fazla bel bağlıyor. Suriye’de YPG/PYD ile iş birliği bu yaklaşımın bir parçası, ancak bu ilişki Türkiye ile ciddi gerilimlere yol açmış durumda. ABD, Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt bölgesinin özerklik kazanması konusunda doğrudan bir rahatsızlık duymaz. Zira bu, ABD’nin çıkarlarına doğrudan bir tehdit oluşturmaz; hatta bölgedeki operasyonel ortaklarından birinin güçlenmesi anlamına gelebilir. Ancak bu durum, Türkiye ile ilişkilerde sorun yarattığı ölçüde ABD için bir problem teşkil ediyor. Bir de şunu hatırlamanızı isterim. ABD, Irak’taki Kürt Bölgesel Yönetimi’nin 2017’deki bağımsızlık referandumuna açıkça karşı çıktı ve referandumun Irak’ın toprak bütünlüğünü, bölgesel istikrarı tehlikeye atacağını belirtti. Dediğim gibi ABD’nin Ortadoğu’daki yaklaşımı, daha çok bölgedeki dengeleri idare etmek ve kendi çıkarlarını korumaya yönelik pragmatik bir tutum sergilemekten ibaret.
GÖNÜL TOL: Amerika Soğuk Savaş yıllarında Sovyetler’in etki alanını kırmak için ülkeler içinde ve ülkeler arasında farklı fraksiyonları destekledi. Soğuk Savaş’tan sonra da benzer politikalar güttü ve bu politikalar istikrasızlığa sebep oldu. Fakat özellikle Obama yıllarından bu yana Ortadoğu’dan çıkıp, dikkatini kendi iç meselelerine ve Çin’e vermek isteyen bir Amerika var. Bu tavrın iç siyasette ve Amerikan halkı nezdinde de ciddi bir karşılığı var. Yapılan pek çok kamuoyu yoklaması Amerikan halkının önemli bir kısmının Ortadoğu’dan çıkmak ve Amerika’nın küresel rolünü azaltmak konusunda hem fikir olduğunu gösteriyor. Obama’nın seçimleri kazanmasında dış politikadaki bu tutumu önemli rol oynadı. Seçilir seçilmez bölgeden çekilmek istedi fakat Arap ayaklanmaları başlayınca Amerika yeniden istemediği ölçüde bölge sorunlarına gömüldü. Obama’dan sonra gelen Amerikan başkanları da bu tutumu sürdürdü. Başkanlığa yeniden seçilen Trump’ın da bölgeye bakışı farklı değil. Trump Ortadoğu’yu Amerika’nın uzak durması gereken bir sorun yumağı olarak görüyor. Dolayısıyla uzunca bir süredir Vaşington için ideal Ortadoğu, savaşların, istikrarsızlıkların yaşanmadığı, Amerika’nın diplomatik ve askeri dikkatini gerektirmeyecek bir Ortadoğu. Bu nedenle, özellikle de Suriye özelinde, Vaşington’ın istikrarlı, kendi kendine yeten, İran’a muhtaç olmayan, IŞİD gibi terör örgütlerini beslemeyen bir Suriye. Bunun ancak Kürtlerin de parçası olacağı bir yönetimle mümkün olduğunu düşünüyor. Bu nedenle ben Amerika’nın Suriye’deki bugünkü politikasının ‘böl yönet’ refleksiyle şekillendiğini düşünmüyorum.
- Şam düştü ama İsrail ilerliyor. Golan’da işgal ettiği bölgelere bayrağını astı. Bölgede kalıcı bir istikrarsızlık olur mu?
EVREN BALTA: Bu son gelişmelerin kazananlarından biri de İsrail oldu. İran’ın vekil güçlerini zayıflattığı Suriye, Lübnan ve Gazze’de İsrail, önemli kazanımlar elde etti. Suriye’de İran destekli milislerin etkinliği Esad’ın devrilmesiyle bitti. Lübnan’da Hizbullah’a yönelik operasyonlar bu grubu ciddi anlamda güçsüzleştirdi. Irak’ta da benzer bir tablo var. İran’ın, Şii milisler üzerindeki etkisi son dönemde zayıfladı. Kısacası İsrail, İran’ın bölgede bir aktör olma kabiliyetini sınırlamış durumda. Sorun, İran’ın bundan sonra hangi yönde hareket edeceği. İran yumuşayarak reform sürecine girebilir; Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan’ın reform yanlısı bir duruşu var. Ancak, diğer olasılık İran’ın nükleer silah geliştirme sürecini hızlandırması. Eğer İran bu yola girerse, İsrail’in doğrudan askeri müdahalede bulunma ihtimali yükselir. İran ve İsrail gerilimi bölgenin geleceğini şekillendirmeye devam edecek. Bu noktada bir başka soru da, İran’ın yokluğunda İsrail’in yayılmacı politikalarını kim dengeleyecek? Eğer Türkiye bu rolü üstlenmek isterse, İsrail ile doğrudan karşı karşıya gelme riski taşıyabilir. Bu, hem bölgesel dengeleri hem de Türkiye-ABD ilişkilerini zorlayacak bir senaryoya dönüşebilir. Çok temkinli olunması gereken, bölgesel dengelerin sürekli değiştiği, oldukça karmaşık bir sürecin içindeydik, süreç daha da zorlaştı, karmaşıklaştı.
GÖNÜL TOL: İsrail’in sadece Suriye’deki son operasyonu değil, genel olarak bölge politikasının istikrarsızlığın en önemli kaynaklarından biri olduğunu düşünüyorum. Suriye özelinde ise İsrail’in operasyonu zaten pek çok sorunla baş etmek zorunda olacak yeni Şam yönetimi için ciddi bir tehdit oluşturuyor. Bir yandan sınırları içindeki pek çok silahlı milis grubu kontrol etmek, diğer yandan IŞİD’in kaostan yararlanmaması için önlemler almak için çabalarken İsrail’in işgali ülke içindeki istikrarsızlığı artıracak. Yeni Suriye hükümeti için meseleyi daha da karmaşıklaştıran bir diğer faktör ise İsrail’e karşı tutumu konusunda ince bir çizgide yürüme zorunluluğu. Yeni yönetim Batılı ülkelerin terör örgütü listesinden çıkmak zorunda ülkenin yeniden inşası için gereken desteği almak için. Böyle bir dönemde, özellikle Trump yeniden başkanlık koltuğuna oturmak üzereyken, İsrail ile ilgili söyleminde ve politikalarında dikkatli olmak zorunda Şam.
ABD’NİN IRAK’TAKİ ROLÜ TÜRKİYE OYNAMAK İSTEYEBİLİR AMA…
- Suriye için ‘Yeni Irak’ diyebilir miyiz?
EVREN BALTA: Evet, bazı benzerlikler var, özellikle etnik ve mezhepsel yarılmalar ve uzun süren iç savaş anlamında. Ancak çok önemli farklar da var. Irak’ta devletin yıkılması ve yeniden inşası doğrudan ABD eliyle gerçekleşti. ABD’nin büyük bir askeri gücü vardı ve Irak’taki yeniden yapılandırma süreci, bu askeri varlığın gölgesinde yürütüldü. ABD, Irak’ta muhasasa (kota) sistemini destekleyerek farklı etnik ve mezhepsel gruplara siyasi temsil garantisi verdi. Ancak bu sistem, etnik ve mezhepsel gerilimleri artırdı ve merkezi devleti zayıflattı. Şunu da söylemek isterim, Irak tüm sorunlarına rağmen çok büyük bir direnç gösterdi. Düşünsenize Saddam rejimini, Amerikan işgalini ve ardından gelen iç savaşı atlattı ve dağılmadı. Bugün hala zayıf bir merkezi devlete sahip olsa da, yerel grupların kendi kendilerini yönetmeyi öğrendiği bir süreçten geçti. Suriye’de ise durum oldukça farklı. ABD’nin doğrudan bir askeri varlığı ve ülke yönetiminde belirleyici bir rolü yok. ABD’nin Irak’ta oynadığı rolü Türkiye oynamak isteyebilir; ama bu Körfez ve İsrail dahil diğer tüm bölgesel aktörleri yeniden Suriye’ye çekecektir. Suriye’de çok sayıda çatışan çıkar var ve hem içerideki hem dışarıdaki aktörlerin maksimalist pozisyonlarını bırakıp uzlaşması gerekiyor. Bu bağlamda, Irak’ın anayasal modeli Suriye için bir örnek teşkil edebilir; ancak bu modelin uygulanabilmesi için tarafların sadece siyasi değil, aynı zamanda etnik ve mezhepsel dengeyi gözetecek şekilde kapsamlı bir uzlaşı sağlaması şart. Aksi takdirde, Suriye’de istikrara ulaşmak Irak’tan daha uzun yıllar alabilir.
TOL: Amerika’nın Irak işgalini izleyen yıllardaki politikası dikkatli okunduğunda Vaşington’ın Kürtlerle ilişkisinin Kürtlerin statüsüne dair kaygılarla değil ‘faydacı’ bir yaklaşımla şekillendiği görülür. Vaşington uzun bir süredir bağımsız fakat kendi ayakları üzerinde durması zor ve komşu ülkelerin tehdit olarak göreceği bir Kürdistan’ın kendi amaçlarına hizmet etmeyeceğini düşünüyor. Ortadoğu’dan çıkmak isteyen bir Amerika için böylesine bir Kürt devletinin bölge istikrarsızlığını artırma potansiyeli var. Bu nedenle Amerika Irak Kürdistan Bölgesel yönetiminin 2017 yılında yaptığı bağımsızlık referandumuna karşı çıktı. Aynı şekilde Suriye’deki YPG ile ittifakı da bağımsız bir Kürdistan kurmak istediği için değil, IŞİD ile mücadeleyi ve İran’ın etki alanını daraltma amaçlarını gerçekleştirmek içindi.
- Cumhurbaşkanı, "Birileri çıkıp ileri geri konuşuyor. Ne diyorlar; Türkiye'nin Suriye'de ne işi var? Bunu diyecek kadar kendi tarihini bilmeyenleri kültür ve medeniyet değerlerimizden yoksun olanları görüyoruz. Kimi bu soruyu cahilliğinden, kimi de ideolojik fanatizmden soruyor. Şimdi gördünüz mü, Niçin Suriye'de olduğumuzu? Allah'a hamdolsun biz haklı çıktık” dedi. Haklı mı?
EVREN BALTA: Esad’ın bir diktatör olduğu ve yönetiminin baskıcı doğası konusunda Türkiye’nin en başından beri net bir duruş sergilediği doğru. Türkiye, uluslararası toplumda Esad rejimine karşı hep güçlü bir ses oldu. Ancak, bu duruş mezhepsel dinamikler ve bölgesel çıkarlarla da hep doğrudan ilişkili oldu. Biz iç savaş çalışmalarından net bir biçimde biliyoruz ki dış aktörlerin dahil olduğu savaşlar genellikle daha uzun sürüyor ve savaşın maliyetleri önemli ölçüde artıyor. Dış müdahaleler, taraflar arasındaki güç dengesini bozarak çatışmanın sürdürülebilir hale gelmesine neden oluyor. Özellikle dış destek alan gruplar, askeri kapasitelerini artırarak uzlaşma ihtiyacını erteleyebiliyor ve bu da çatışmaların çözümünü zorlaştırıyor. Aynı zamanda, dış aktörler genellikle kendi stratejik ve jeopolitik çıkarlarını önceliklendiriyor ve bu da savaşı daha karmaşık bir hale getiriyor. Suriye’deki çatışma 2011 yılında haklı bir demokrasi ve özgürlük talebiyle başladı, ancak kısa sürede bölgesel ve uluslararası aktörlerin müdahaleleriyle bir vekalet savaşına ve etnik-mezhepsel bir çatışmaya dönüştü. Türkiye, İran, Rusya, Körfez ülkeleri ve Batılı güçler dahil olmak üzere bu savaşa dahil olan tüm tarafların çatışmanın uzamasında ve çatışmanın yarattığı insani sonuçlarda payı var. Esad rejimi, 2012’den itibaren İran’ın desteği ve Rusya’nın 2015’teki müdahalesi olmadan iktidarda kalamazdı. Öte yandan, Türkiye ve Körfez ülkelerinin muhalefeti desteklemesi de savaşın bu kadar uzun sürmesine katkı sağladı. Yani, dış müdahaleler hem yerel halk hem de uluslararası toplum için ağır bir yük oluşturdu, savaşı uzattı, karakterini değiştirdi. Yanı başında bu kadar uzun süren bir savaşın tarafı olmanın Türkiye’ye de büyük bir maliyeti oldu. Türkiye’yi değiştirdi bu savaş. Bir diktatörün devrilmesi ve halkın özgürlüğe kavuşması meşru ve haklı bir taleptir elbette. Ancak bu mücadele, dış müdahalelerle değil, Suriyelilerin kendi iç dinamikleriyle çözülmeliydi.
GÖNÜL TOL: AKP ve Erdoğan’ın özellikle iç siyasetteki amaçları göz önüne alındığında anlaşılır bir hamle. Ekonomik sorunların devam ettiği, yerel seçimlerin kaybıyla AKP ve Erdogan’a destekteki azalmanın daha net açığa çıktığı ve Suriyeli mülteciler nedeniyle Türkiye’nin Suriye politikasının kendi seçmenleri nezdinde bile eleştirildiği bir ortamda hükümet Suriye’den bir başarı hikâyesi çıkarmak istiyor. Esad sonrası Suriye gerçekten de Erdoğan iktidarı için fırsatlarla dolu. Öcalan ile başlattıkları süreçten Suriyelilerin dönüşüne pek çok konuda Esad’ın gidişi Erdoğan’ın 2028’de elini güçlendirecek fırsatlar yarattı. Fakat yeni Suriye aynı zamanda hem Türkiye hem de Erdoğan için risklerle dolu. Daha önce Libya ve Irak örneklerinde gördüğümüz gibi diktatörlerin devrilmesini izleyen süreçler kolay olmaz. İç savaşlara, çatışmalara gebedirler. Esad sonrası Suriye’nin istikrarlı, mülteci ve terörizm üretmeyen bir ülkeye dönüşebilmesi için çözmesi gereken çok zor sorunlar var. Çözemezse sadece Suriye halkı için Türkiye halkı için de yeni Suriye eskisinden çok farklı olamayabilir.
- Türkiye bu saatten sonra ne yapmalı?
EVREN BALTA: Türkiye geçmişte olduğu gibi bugünde Suriye’deki değişimlerden önemli ölçüde etkilenecek. Türkiye’nin Suriye’de elde ettiği kazanımların, özellikle İran ve Rusya’nın zayıflamasıyla birlikte bölgede bir "zafer" hissine dönüşmesi, dikkatle ele alınması gereken riskler barındırıyor. Bu yeni denge, daha geniş kapsamlı bir bölgesel savaşın kıvılcımını ateşleyebilir. İsrail, İran’ın gerilemesini kendi lehine çevirmişken, Türkiye’nin Suriye’deki etkisini artırmasını bir tehdit olarak algılayabilir. Benzer şekilde, ABD’nin de Türkiye ile dolaylı bir gerilim stratejisi izleme ihtimali var. Bu noktada, Türkiye’nin Suriye’de farklı aktörlerle ilişkilerini nasıl yöneteceği kritik bir sorun. Türkiye açısından bu riskleri yönetmek, dengeleyici ve kapsayıcı bir stratejiyle mümkün. Suriye’deki kazanımları diplomatik bir çerçeveye oturtmak, uluslararası desteği artıran, bölgesel aktörlerle gerilimi azaltan ortak çözümler üretmek gerekli. Suriye’nin geleceği, demokratik ve katılımcı bir yapının inşasını gerektiriyor. Türkiye, Suriye halkının kendi kaderini tayin etme hakkını ve ülkenin kendi aktörlüğünü tanıyan bir politikayı savunarak bu sürece katkı sağlayabilir. Bu çerçevede, sadece Türkiye’nin değil, diğer bölgesel ve küresel güçlerin de maksimalist pozisyonlardan uzaklaşarak Suriye’nin yeniden inşasına yönelik gerçekçi adımlar atması önemli. Türkiye’nin, Suriye’deki farklı grupların haklarını gözeten ve bu gruplar arasında bir diyalog ortamı kurulmasına yardımcı olan bir rol üstlenmesi, bölgesel istikrarın sağlanması açısından kritik önemde. Bu zafer hissiyle bunu yapabilir mi? Kendi çıkarlarını geride bırakabilir mi? Zor olduğunu düşünüyorum.