Ne kadar zaman geçerse geçsin, dünya ne kadar yaşlanırsa yaşlansın değişmeyen şeyler var bu hayatta. İnsanoğlunun neredeyse varlığının bir koşulu olarak koruduğu ve adeta beslediği yıkıcılığı mesela. İnsanlıktan umudumuzu zaman zaman sekteye uğratan bir ‘kötülüğe teslim olma’ hali... Bu hali içinde barındıran eserler yaratan Shakespeare’in kaleminden çıkanlar belleklerimizde taş gibi sapasağlam duruyorlar hâlâ bizi bize anlatıyorlar. Edebiyat tutkunlarını, tiyatrocuları ve sinemacıları etkilemeye devam ediyorlar.



 

BU KAÇINCI YÜZLEŞME?


Bu yeni ‘Macbeth’i izlerken yine bunları düşündüm. Bu kaçıncı ‘Macbeth’ ve bu kaçıncı yüzleşme? Shakespeare’in en trajik karakterlerinden biri olan Macbeth, başarılı bir komutandır ve zorlu, vahşi bir savaştan daha galip ayrılmıştır. Ama aklına küçük bir ihtiras tohumunu eken üç kahinin söyledikleri gözünü iktidara dikmesine neden olur. Onu destekleyen karısı Lady Macbeth de bu gidişata tuz biber eker. İkisi de İskoçya kralının kendilerine verdikleri payeyle yetinmez, büyük bir hırs ve hızla kralı tahtından edip iktidar olurlar. Ama bu hamle onlara rahat ve mutlu bir hayat yerine sürekli huzursuz, paranoyayla ve yarım yamalak da olsa bir vicdan muhasebesiyle dolu bir hayat sunar. Üç kahin kadın, Macbeth’i sadece, bir kadından ‘doğmamış’ bir kişinin yeneceğini söylemiştir ve bu esrarengiz son tabii ki de Macbeth’i bir gün bulacaktır.


GÖRSEL DETAYLAR DİKKAT ÇEKİCİ


Justin Kurzel’in yorumu ‘Macbeth’in şiddetli kısımlarını alabildiğine stilize bir hale getiriyor. Dramatik derecede ağır çekimler, müzik ve karanlık sahne tasarımları ‘Macbeth’in ruhsal karanlığıyla paralel bir anlayış sergiliyor. Bizi de izleyici olarak onun karanlık dünyasına dahil ediyor. Macbeth’in trajikliği safkan bir kötü adam olmasından kaynaklanmıyor şüphesiz. Bir hastalığa kapılmış gibidir, ne yaptığının farkındadır ama engel olacak dirayete sahip değildir. Karısı Lady Macbeth’in de vicdanında zaman zaman kıpırdanmalar olur ve sonu da bunun yüzünden gelir zaten. Ama Macbeth içten içe sonunu bildiği bir savaşın içinde debelenir. Film bunların altını çiziyor; metne sadık da kalıyor kalmasına ama kimi küçük görsel detaylarla bazı yorumlar yapıyor. Karı-kocanın kötülüğünü gereksiz bir şekilde insani nedenlere bağlamaya çalışıyor mesela. Lady Macbeth’in anneliği yaşamış bir kadın olması bilgisiyle filmi başlatıyor olması, ‘kaybettikleri bebeklerini gömen bir karı kocadır onlar ve bu yüzden hınç alıyorlar hayattan’ sonucuna götürüyor ki bizi, eserin kendisinde böyle bir güçlü ima yoktur. Karı-kocayı kendilerine karşı asileri örgütlediğini düşündükleri Macduff’ın ailesini çoluk çocuk katlederken gösterdikten sonra istediğin kadar onlara bir neden vermek için uğraş, bu pek de karşılık bulacak bir hamle değil.
Macbeth’de son yılların en kuvvetli aktörlerinden biri olan Michael Fassbender ve Lady Macbeth’de de çağımızın en güzel kadınlarından olan yetenekli Marion Cotillard’ı izlemek keyif veriyor.



 

Yılın en iyileri arasında...


52. Antalya Film Festivali’nde yarışan filmler içinde en favorilerden biri olarak gösterilen ‘Sarmaşık’ insan ruhunun karanlık taraflarında gezinen bir film. ‘Sarmaşık’ adlı bir ticaret gemisi yüküyle birlikte Angola limanına giderken geminin sahiplerinin iflas ettiği haber gelir. Armatörün kayıp olması geminin de belirsiz bir bekleyişine neden olacaktır. Gemicilerin Beybaba diye hitap ettikleri kaptan gemiyi Mısır limanına yanaştırmak istese de gemi hacizli olduğu için açığa çekilir. Mürettebattan beş gemici ve acil durum için kaptan gemide bırakılır. Ne kadar süreceği belli olmayan bir bekleyiş başlamıştır artık. Kaptan Beybaba ile makine dairesinden usta gemici İsmail, kamarot Nadir ve iki gemici daha en başta koca gemide özgürlüğün tadını çıkartırlar. Ancak zaman geçtikçe erzakları azalacak ve birbirlerinin arasındaki gerilim de artacaktır. Kaptan Beybaba’nın soğukkanlı liderliği zedelenecek ve gemide kalan gemicilerin arasındaki problemler artacaktır. Agresyon ve sağlıksız bir hiyerarşi mücadelesi dallı budaklı bir sarmaşık gibi saracaktır gemiyi...



Kısa süreceği tahmin edilse de yüz günden fazla bir zaman bir arada kalmak zorunda kalan bu adamların küçük bir Türkiye modeli oluşturduğunu söylemek mümkün elbet. Ama meseleye daha geniş açıdan bakarsak bu bir insanlık problemi aynı zamanda. Gemi ne kadar büyük olursa olsun bu bir ‘sıkışıklık’tır. İçeride kalan insanların birbirlerine karşı tahammülleri giderek azalacaktır ve kriz anları arttıkça lider olan kişinin de idareyi elden kaçırmasına neden olacaktır. Bu yönüyle de en başta benzer gibi göründüğü Serdar Akar’ın filmi ‘Gemide’sinden ayrılıyor, başka sulara açılıyor bu seferki gemi... Yönetmen Tolga Karaçelik bu ikinci sinema filminde ‘Sineklerin Tanrısı’ gibi edebi eserlerde de şahit olduğumuz daha evrensel bir meseleye, insanların içinde bekleyen ayrımcılığın ve diğerleri üzerinde tahakküm kurma merakının, fırsatını bulduğunda nasıl da dışarı sızabileceğini gösteriyor. Karaçelik birbirinden iyi performanslar gösteren oyuncularını iyi çalışılmış ve yaratılmış bir dünya içinde hapsediyor. Bütün oyuncular çok iyi, ama yine de Nadir Sarıbacak bir başka iyi...
Kısık ateşte pişen lezzetli bir yemek gibi Karaçelik de hikayesini ve kahramanlarını yavaş yavaş yükselen bir gerilimin içinde hareket ettiriyor. Her bir karakteri kendi sosyal kimliklerinin etkisiyle (dindarlığıyla, tembelliğiyle ya da agresiflikleriyle) birbirleriyle çarpıştırıp etkili bir finale doğru sürüklemeyi başarıyor. ‘Sarmaşık’ kesinlikle yılın en iyi yerli yapımlarından biri.


Bir James Dean hikayesi...


Çok erken yaşta, geçirdiği trafik kazası sonucunda hayata veda eden James Dean, küçük bir kasabada doğup büyümüş, kısacık kariyerine sadece üç tane film sığdırabilmişti. Ama bu kadarı bile yetmişti. Onu asiliğin ve çevresinden anlaşılmayı bekleyen genç insanın temsilcisi konumuna getiren şey sadece rol aldığı bu üç film değildi. Kısacık hayatı boyunca değdiği insanlar üzerinde yarattığı etki, fotoğraflarından bugün bile ona bakan gözlere kadar ulaşan bir hüzün, dinmeyen bir melankoli ve ayrıksılık duygusuydu. Onun hayatını okudukça bu dizgin kabul etmeyen hali daha da anlam kazanıyor, ‘Asi Gençlik’ filminde neden bu kadar oynamak istediğini de anlıyorsunuz.
Hollandalı yönetmen Anton Corbijn yeni filmi ‘Life’da tam da Dean’in ‘Asi Gençlik’ filminde rol almayı beklediği o günlere eğiliyor. James Dean ilk filmi “Cennetin Doğusu”nu yeni tamamlamıştır. Filmin galası yaklaştıkça medyanın ona ilgisi de yavaş yavaş artmaktadır. ‘Asi Gençlik’ filminde oynamayı istiyordur ve filmin yönetmeni Nicholas Ray’in kararını beklerken tüm basın randevularını terk edip çocukluğunun geçtiği Indiana’daki mütevazı evine gitmek ister. Ama bu film sadece onun hikayesi değildir. Boşanmış karısından olan oğluyla iletişim kurmayı beceremeyen, yalnız ve bezgin bir fotoğrafçı olan Dennis Stock da Dean’de bir şeylerin farklı olduğunu gören birkaç kişiden biridir. Onunla bir fotoğraf çekimi gerçekleştirmek ve bunu ünlü Life dergisine satmak ister. Dean yolculuğuna onu da dahil edince iki genç adam arasında çok derin olmasa da bir arkadaşlık gelişir.
‘Life’ için kuşkusuz kötü bir film denemez. Ama böyle bir malzeme çok daha çarpıcı bir senaryoyla anlatılabilirdi. Corbijn dönemin dokusunu fazla ayrıntılı şekilde anlatmayı ve karakterlerine yoğunlaşmayı tercih etmiş. 1950’lerin New York’unu Los Angeles’ını geniş açılarla göstermek gibi bir amacı yok. Ama karakterlerini de yeterince derinleştirememiş. Özellikle de iki erkeğin birbirleriyle olan diyaloglarında bir yere varılamıyor çoğu zaman. İki adam arasında duygusal bir bağ da göremiyoruz. Bunda senaryo dışında Robert Pattinson’ın donuk performansının da etkisi var. Genç oyuncu Dane DeHaan’ın bazı sahnelerde çok benzediği bazense hiç olmamış dedirten James Dean performansı da sorunlu biraz. Yine senaryodan dolayı Dean’in aslında daha şöhretle tam tanışmamışken bile onun ruhundaki huzursuzluğu yansıtmakta zorlanıyor genç oyuncu.
Yine de bütün bu olumsuzluklara rağmen içinde James Dean olan bir hikayeye dalmak iyi geliyor has sinemaseverlere. Ama çok daha fazla iz bırakan bir film olabilirdi ‘Life’...