Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı ve Maltepe Üniversitesi İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Ioanna Kuçuradi, ülkemizin eğitim sistemi, medyası ve genel olarak insan haklarına bakışımızla ilgili dikkat çekici açıklamalarda bulundu.


Prof. Dr. Ioanna Kuçuradi, Türkiye'nin felsefedeki bir numaralı ismi. Sadece Türkiye’de değil, dünyada da felsefe ve insan hakları denince ilk akla gelenlerden...


 RÖPORTAJ : Edda Sönmez / Fotoğraflar: Gizem Özlen

­ Neredeyse tüm kariyeriniz boyunca insan hakları üzerine çalıştınız. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

I. K: İnsan haklarıyla ilgili ilk yazım 1980 yılında kaleme alındı, ilk felsefe yazım ise 1959 yılında. Ben insan hakları konusunda, eğitimin dışında, çok az yapılan bir işi yapmaya çalışıyorum. Bu da, insan hakları kavramlarının içeriğini bilgisel olarak ve bilgiyle temellendirilebilir bir şekilde belirlemektir. Bu yapılmayınca, insan haklarını herkes istediği yere çekiyor, en iyi durumda ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin “yorumlar”ı emsal olarak kullanılıyor. Ne var ki, fikirleri bilgisel olarak kavramlaştırmak –ve insan hakları fikirlerdir– felsefe işidir. Uluslararası belgeler de, hukuk da –anayasalar dâhil– felsefî olarak açıklığa kavuşturulmuş insan hakları normlarından türetilmeli.

Felsefenin bilge annesi Prof. Dr. Ionna Kuçuradi, Sözcü'den Edda Sönmez'in sorularını yanıtladı.


 "TÜRKİYE'DE İNSAN HAKLARI ZİKZAKLI BİR YOL İZLİYOR"

Türkiye’nin insan hakları karnesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

‘Karne’ kelimesini sevmiyorum. Bir devlet, önleyemediği veya kendi organlarının yaptığı insan hakları ihlalleri için, pek tabiî ki, eleştirilebilir, eleştirilmesi gerekiyor da. Ama bir devlete “öğrenci” muamelesi yapılmasına karşıyım. Türkiye’de insan hakları zikzaklı bir yol izliyor. Korkunç ihlallerin yaşandığı 80’li­ 90’lı yıllardan sonra, yapılan yoğun çalışmalarla –hükümetlerde insan haklarından sorumlu bir devlet bakanın olması, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonunun bu konularla ilgili olarak 1998­-2002 yıllarında hazırladığı 10 rapor, 1998-­2005 yılları arasında kamu görevlilerine yapılan yoğun insan hakları eğitimi, önemli bazı uluslararası insan hakları belgelerinin imzalanması ve onaylanması gibi–, bazı türden ihlallerin azalmasını bazılarının da ortadan kalkmasını sağladı. Ama bu arada yeni ihlal türleri ortaya çıktı. Kesintiye uğramış olan insan haklarının eğitimini, özellikle de etik eğitimini, ülke düzeyinde, kesintisiz sürdürmek gerekiyor.



"BİLGİSİZLİKTEN ACI ÇEKİYORUZ"

Özgürlük, en kutsal, en temel hakkımız. Hâlâ neden acı çekiyoruz?

‘Özgürlük’ çok sorunlu bir terim. Herkes ‘özgürlük’ istiyor, ama aslında neyi istediklerini sorarsanız, insanların çoğu, o anda istedikleri ama yapamadıkları –yapmaya haklı­haksız engellendikleri– ne ise, onu söyler. Kişi açısından bakıldığında, en temel hakkımız yaşamaktır. Devlet açısından bakıldığında ise, temel haklar bir bütündür, ama farklı yollardan korunabilen türleri var. Yaşamak bir temel haktır, ama beslenmek de barınmak da birer temel hak.

Neden acı çekiyoruz? Çok kestirme bir cevap verirsem 'bilgisizlikten' diyebilirim, ve bilgisizliğin yarattığı sonuçlardan. İnsan kendini tutabilen bir varlıktır. Hayvanlarla arasındaki farkıdır bu. Ama eğitimde kişilere kendilerine hâkim olmayı, kendilerini tutabilmeyi öğretmiyoruz. Öğrenenler ise, kendilerini tutmaya ihtiyaç bile duymazlar, yapmamaları gereken şeyleri doğal bir şekilde yapmazlar.



"YARATICI İNSAN YETİŞTİRME İSTEĞİMİZ TEORİDE KALIYOR"

­ 44 yıldır hocalık yapan biri olarak. Eğitim sistemimizdeki eksiklikler olarak neleri sayarsınız?

Bu yıllar içinde eksiklikler de değişmiştir. Ama son 20 yılla yetinirsem, diyebilirim ki en temel eksikliklerden biri, olanlarda ve olan bitenlerdeki bağlantıları görememe, söylenen bir cümlenin emplikasyonlarını görememe; başka biri de objeye/nesneye bakmayı öğrenememe. Modüler kafalar oluşuyor böylece. Eğitimimizde eksik olan bir şey de, kişilerin etik yeteneklerini geliştirecek çalışmalardır. Eğitimde, yaratıcı insanlar yetiştirmek istediğimizi söylüyoruz, ama kişilerin etik yeteneklerini geliştirmek için ya bir şey yapmıyoruz, ya da yapınca, ezbere yapıyoruz. Bu sonuncusunun tipik bir örneği, bir saatlik seçmeli bir ders olarak konan “değerler eğitimi”dir. 20 dakikalık konferanslarla değer eğitimi yapılamaz. Etik eğitimi yürünecek bir yoldur –öğrencinin bir süre içinde yürüyeceği, öğretmenin de (becerebiliyorsa) yürüteceği bir yol. 12 yıllık temel eğitim herkes için aynı olmalı, yani temel eğitim meslek eğitimi olmamalı. Yalnız üniversite eğitimi değil, meslek eğitimi de “insanlaşma eğitimi” dediğim bu eğitimden sonra yapılmalı.



"FELSEFE BANA ŞİİR KAPISINI KAPATTI"

­ Bir çok kişi için felsefenin bilge annesi olarak bir rol modelsiniz. Felsefe günlük hayatınızda Türkiye'de yaşayan bir kadın olarak size hangi kapıları açtı ve hangi kapıları kapattı?

İşbaşında kendimi kadın olarak görmedim, görmüyorum. Kendimi değil, yaptığım işi ciddiye alıyorum. Felsefe bana olan bitenlerde gördüğümü temellendirmeyi ve söylediklerimin bilgisel temelini göstermeyi sağladı, sağlıyor. Öğretmenlikte, genel olarak da insanlarla ilişkilerimizde, söylediğimizin bilgisel kaynağını gösterebilmek ve savlarımızı bilgiyle temellendirmek önemli. Ama felsefe şiir yazma kapısını kapattı bana.

"HAKARETİ İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ SAYMAK ÇOK SAKINCALI"

Türkiye'deki otosansürlü konulara ve tabulara baktığınızda hangilerinden kurtulmamız düşünce evreninin olumlu yönde açılmasına olanak sağlayacak?

Yaşamlarında etkilere/uyarıcılara tepkilerle yaşayanların kendilerine sansür koymayı öğrenmeleri önemlidir, derim. Ama “olanı” dile getirmekten alıkoyan bir sansürden kurtulmakta yarar var genellikle. Felsefede ‘tabu’ diye bir şey yoktur, ama tabulara bilgiyle “dokunmak” koşuluyla. En önemlisi de tabular yaratmamaktır, ama aynı zamanda “her şeyi” söylemeyi –hakaret etmek de bu arada, bugün yapıldığı gibi– “ifade özgürlüğü” adına savunmak da çok sakıncalı. “Neden?” diye sorarsanız, “çünkü bu, insan haklarını getirmemizin amaçlarına ters düşüyor” derim. Birbirimize serbestçe hakaret etmek için istemiyoruz herhalde düşünce ve kanaat özgürlüğünü.

ÜNİVERSİTELERİMİZDE 87 FELSEFE BÖLÜMÜ VAR

­ Türkiye'de felsefenin geldiği yeri dünya felsefesi ile kıyaslarsak nasıl anlamalıyız?

Türkiye’de felsefe geçen 40­50 yılda önemli bir yol yürümüştür. Telif ve çeviri olan yayınların sayısı artmış, üniversitelerde Felsefe Bölümleri artmış, yaygın eğitim çalışmaları çoğalmış, ulusal ve uluslararası toplantılar artmıştır. Bütün bu çalışmalar aynı düzeyde değil, ama dünyanın hiçbir yerinde de değil. Çok başarılı az sayıda çevirilerin yanında çok çok problemli çeviriler de yayınlanıyor, çünkü yayınevlerinin çoğu onları denetlemeden, olduğu gibi basıyor. Üniversitelerimizde 87 Felsefe Bölümü var. Ulusal ve uluslararası felsefe seminerleri, kongreler yapılıyor. Türkiye Felsefe Kurumu 21. Dünya Felsefe Kongresine 2003’te evsahipliği, 2007’de Dünya Felsefe Gününe evsahipliği, Uluslararası Felsefe Olimpiyatlarına da iki defa evsahipliği yaptı. Orta öğretimde felsefe, zorunlu bir derstir. Ancak orta öğretimde “Felsefe”, “Felsefe Grubu Dersleri”ni veren, yani Psikoloji ve Sosyoloji Bölümü mezunları tarafından da okutuluyor. Ve ders kitaplarındaki problemleri de katarsak, felsefe dersi, çok defa –istisnalar dışında–amacına ulaşamıyor.

"FELSEFENİN YAYGIN EĞİTİMİ İÇİN MEDYAYA İHTİYAÇ VAR!"

­Medya-­felsefe ilişkisi açısından bakarsak insanın gelişiminde çok önemli bir rol oynayan kapitalizm içinde sıkışan medya nasıl şekillenmelidir? Bilgiyi hangi kaygıları taşımadan bireye taşımalıdır?

Medya, felsefenin yaygın eğitimi için –olan bitene etik değer bilgisiyle bakmanın ve bu perspektifi de katan bakışın yaygınlaşması için– çok önemlidir. Ama böyle programlara çok az yer veriliyor. Talep çok defa yapay olarak yaratılıyor. Medyanın özerk olmasını istiyoruz. Neden? Kurumlar olarak amaçlarını gerçekleştirmek için istiyoruz, o amaçlara ters düşen yayınlar yapmaları için değil. Bu amaçlar üzerine ne kadar düşünülüyor? “Bilgiyi hangi kaygıları taşımadan sunmalı?” sorusunun cevabından önce, “bilgi diye bilgi olmayan şeyleri sunmamalı”, derim.



"ÜLKEMİZ ÇELİŞKİLER ÜLKESİ"

­ Mevcut siyasi konjektürdeki geriye gidişleri ve eğitim sistemini de düşünürsek, Türkiye'nin aydınlanma yolculuğundaki geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Ülkemiz bir çelişkiler ülkesidir: Çok değerli işler yapıldığı gibi, yanlışlar da yapılıyor. Değişiklik bunların oranlarındadır. ‘Aydınlanma’ ile ilgili olarak 18. yüzyılda çok önemli bir görüş getirmiş olan Kant, “aydınlanmayı, kişinin kendi iradesiyle düştüğü toyluk durumundan çıkması, bilmeye cesaret etmesi” olarak tanımlıyor. Günümüz dünyasındaki olayları düşünerek, aydınlanmayı “kişinin belirli bir durumda eylemde bulunurken, o konuyla ilgili bilgiye ve etik değer bilgisine dayanarak bunları yapması” şeklinde dile getirmek istiyorum. ‘Bilgi’den de, onu ortaya koyandan bağımsız bir nesnesi (hakkında olduğu bir şey) olan önermeleri/yargıları anlıyorum. Böyle bir temele dayanarak düşünen, buna göre de kararlar veren ve eylemde bulunan kişiler de, olan biten hakkında enformasyon eksikliğinden yanlış yapabilirler. Ama böyle yapmayanlara oranla çok daha az yanlış yaparlar.

"OKULLARDA FELSEFE ÖĞRETSEK 20 YIL SONRA FARKLI BİR TÜRKİYE OLUR"

Bugün eğitimde önemli değişikliklere ihtiyaç görüyorum, öğretmenlerin yetiştirilmesinde de. En büyük ihtiyaç, çocuklarımıza bilgiye dayanarak ve bağlantıları görerek düşünmeyi öğrenmelerine; insanlarımıza da her şeyden önce ölmeyi ve öldürmeyi reddetmeyi öğrenmelerine yardımcı olmaktır. 2003 yılında yaptığım bir söyleşide şöyle demiştim: Dersleri verecek öğretmenleri hazırladıktan sonra, üniversite öncesi öğretimde dört ders verin bize (yani Felsefeye), 20 yıl sonra farklı bir Türkiye olur. Pek dinleyen olmasa da, bu çağrıyı, izninizle, bugün de tekrar edeyim.

"ÖĞRETMENLERİMİZİ DAHA İYİ YETİŞTİRMELİYİZ"

­ Bazı akademisyenler de dahil, Türkiye'de akademinin büyük oranda çöküş yaşadığı, torpillerin, intihallerin buna zarar veren etkenlerden olduğu söyleniyor. Bu konuda karamsar olmalı mıyız?

Üniversitede 1965’ten beri hocalık yapıyorum. Çok az istisna ile düzeyde büyük düşüş var. Ama asıl problem, üniversite öncesi eğitimden kaynaklanıyor. Üniversite öğrencilerinin çoğu, kendilerini düzgün ifade etmeyi öğrenmeden üniversiteye geliyor. İlk ve ortaokulda sınavların test olması, şimdi de cep telefonları çocukların ifade yeteneklerini geliştirmelerini engelliyor. Öğretmenlik çok ciddî, çok önemli bir meslektir. Öğretmenlerimizin daha “iyi” yetişmesini sağlamak gerekir. Ben inatla karamsar olmuyorum. Hırslar ile bilgisizlik birleşince eğiticiliğe aykırı kararlar alınabiliyor. Hırslarıyla kişi ancak kendisi uğraşabilir, onları törpüleyebilir ama bilgisizlik giderilebilecek bir şeydir.