ANALİZ

Tutturmuşlar bir “fiili durum” lafıdır gidiyor.
Erdoğan ilk kez “seçilmiş” cumhurbaşkanı olarak makamın hakkını vermeye çalışıyormuş, anayasal yetkilerini de sonuna kadar kullanınca muhalefet buna karşı çıkıyormuş, o halde bu fiili durumu hukuki duruma getirmek gerekiyormuş.
Bu koca bir aldatmacadır.
Çünkü Erdoğan, evet haklıdır, ilk seçilmiş cumhurbaşkanıdır ama seçimi mevcut anayasaya göre yapılmıştır ve o anayasaya uymak zorundadır.
Anayasayı askıya alıp “ben seçildiğime göre her şeyi ben yönetirim” diyemez.
Bu anayasa dışı durumu “fiili durum” olarak niteleyip hukuksuzluğu meşru gösteremez.
Çünkü daha seçilmeden 7 yıl önce bu durum belliydi. O 7 yıl içinde kimse kılını bile kıpırdatmadı. Gelen sorunu herkes gördüğü halde anayasanın cumhurbaşkanının görev ve yetkilerini belirleyen maddelerine dokunulmadı.
“Şimdi ağlaşmak neyin nesi oluyor?” diye sormak hakkımızdır, çünkü bu durumu 7 yıl öncesinden beri yazıyoruz, söylüyoruz, kimse dinlemedi.
Geriye dönelim; cumhurbaşkanını halkın seçmesi kararı 2007’de verildi. AKP Meclis’te kendi istediği kişiyi cumhurbaşkanı seçemeyince “hodri meydan” diyerek “Cumhurbaşkanını halkın seçmesi” için anayasa değişikliğine gitti.
Tabii 367’yi bulması mümkün değildi ama 330’u yakaladı ve değişiklik referanduma sunuldu.
Ancak araya seçim girdi. AKP kendisinin bile beklemediği bir seçim zaferi kazanarak yine tek başına iktidar oldu, anayasa değişikliği için referandum henüz yapılmadığı için Meclis ilk iş olarak cumhurbaşkanı seçimine gitti, MHP’nin desteği ile Abdullah Gül cumhurbaşkanı oldu.
Ardından referandum geldi. Düşük katılımla referandumda cumhurbaşkanını halkın seçmesi kabul edildi.
Daha o gün dedi ki “Madem anayasa değişti, o halde cumhurbaşkanı seçimi de yapılmalı.”
Ama Meclis’te cumhurbaşkanlığını ele geçiren AKP tınmadı bile. “Cumhurbaşkanı seçildiğine göre, görev süresi bitene kadar seçim yok” dedi.
Bunun üzerine yine uyardık; “O halde seçime kadar anayasanın cumhurbaşkanının görev ve yetkilerini düzenleyen maddelerini değiştirin, çünkü bu anayasa cumhurbaşkanına olağanüstü etkiler sunuyor ama teamül gereği bunların hepsi sembolik görevlerdir çünkü cumhurbaşkanı bu yetkilerine rağmen sorumsuzdur. Seçilmiş bir kişiye sorumsuz cumhurbaşkanlığı yaptıramazsınız” dedik.
19 Aralık 2011 günü Vatan gazetesinde aynen şunu yazmıştım; Cumhurbaşkanı eski anayasa maddesine göre devletin başıdır ve tarafsızdır. Oysa halkın seçtiği bir cumhurbaşkanı artık siyasi bir kişiliktir ve anayasadaki “sorumsuzluk” tanımı geçerliliğini yitirecektir. Bu nedenle seçim yasasıyla birlikte en azından cumhurbaşkanının “Sorumsuzluk” tanımının kaldırılması gerekir.
Şu anda cumhurbaşkanının yetkileri semboliktir. Devlette ağırlığı vardır hatta gerekirse bakanlar kuruluna bile başkanlık eder, ama halk tarafından seçilecek bir cumhurbaşkanının sembolik yetkileri olması düşünülemez.
Tabii o tarihlerde her şeye rağmen AKP’nin ve Erdoğan’ın “demokrasi ve hukuk kurallarına uyacağını” düşündüğümden bir noktada yanılmıştım.
Bu yazımda aynen şunu söylemiştim; Cumhurbaşkanı olmanın, seçilen kişiye vereceği büyük keyiften öte hiçbir anlamı yok. Kim seçilirse seçilsin, ülke yönetiminde ağırlıklı söz sahibi olması mümkün değil. Tayyip Erdoğan belki ilk başlarda biraz farklı tablo çizebilir ama sonunda yürütme organına karşı yenik düşer.
İşte Erdoğan bu konuda gerçekten çok şahin davrandı. Tarafsızlığı zaten bir kenara atacağını biliyorduk ama devletin tamamına sahip çıkarak fiili durum yaratacağını o tarihte öngörememiştim.
Tabii bu konuları sadece ben yazıp söylemedim. Aklı başında, hukuk ve demokrasiye inanan pek çok kişi bu uyarılarda bulundu.
Tınmadılar bile. Bile bile kaosa sürüklendik. Şimdi çıkmaza girince “fiili durum” diyerek üste çıkmaya çalışıyorlar.
Başkanlık sistemi tartışması açarak yeni bir “fiili durum” oluşturmaya çalışıyorlar...

MERAK ETTİĞİM ŞEYLER

Seçilen başkan parlamentoda çoğunluğu kaybederse ne olacak?


AKP’liler ve yandaşlar “başkanlık sistemini” öyle bir anlatıyorlar ki zannedersiniz ki bütün amaç Tayyip Erdoğan’ın “fiili durum” oluşturarak elde ettiği bütün yetkilerini elinden almak istiyorlar.
Efendim bu başkanlık sistemi o kadar iyiymiş ki bir kere kuvvetler ayrılığı tam olarak uygulanacakmış, başkan canının istediğini yaptıramayacakmış, parlamento güçlenecekmiş, başkanın hükümeti yasa tasarısı hazırlayamayacakmış, kanunları parlamenterler teklif vererek hazırlayacakmış.
Bunların anlattığına göre eğer Erdoğan başkan olursa eli kolu da bağlı olacakmış.
Geçelim, ayıptır, halkı böyle kandırmak olmaz.
Ancak tabii işin bir de gerçek tarafı var.
AKP ve yandaşları başkanlık sistemini “Erdoğan’ın başkanlığında” ve “AKP’nin parlamentodaki sayısal üstünlüğüne” olan kesin inançları nedeniyle istiyorlar.
Erdoğan başkan olacak, Meclis’te AKP çoğunluğu elde edecek, başkan isteyecek AKP’liler kanun çıkaracak ve ülkeyi gül gibi yönetecekler.
Peki ya tersi olursa?
Diyelim ki Erdoğan başkan seçildi ama parlamentoda AKP azınlıkta kaldı. Tıpkı
7 Haziran’daki gibi.
Hükümeti başkan kuracağı için bir sorun yok.
Ancak Meclis’teki partiler AKP’ye karşı birleşip kendi arzularına göre kanun çıkarmak isterlerle ne olacak?
Başkan Erdoğan bir tek kanun çıkaramazken ülkeyi muhalefetin çıkaracağı kanunlarla yönetmek zorunda kalacak.
Alın size “muhteşem başkanlık sisteminin” yaratacağı kaoslardan bir tanesi..

Bİ SORALIM BAKALIM

Başkanlık sistemine geçilirse Erdoğan kaç kere seçilebilecek?


Başkanlık sistemi ile ilgili henüz elimizde hiçbir şey yok. AKP başkanlık istiyor ama bu konuda net bir karar vermiş değiller.
Sonuçta Erdoğan başkan olsun da nasıl olursa olsun görüşündeler.
Başkanlık sistemi getiren anayasa değişikliğinde herhalde bir kişinin kaç yıllığına ve kaç kere başkan seçilebileceğine ilişkin bir madde olacaktır.
Duyduklarıma göre başkanlık süresi 5 yıl olarak öngörülüyormuş ve bir kişi üst üste en fazla iki kere seçilebilecekmiş.
10 yıl Erdoğan’ı keser mi, yoksa üç ya da dört kez de seçilebilir maddesi mi gelir bilemem.
Ama can alıcı soruya gelelim;
Diyelim ki başkanlık sistemi kabul edildi. Bir kişi 5 yıllığına en fazla iki kere seçilebiliyor.
Bu durumda Erdoğan bir kere mi seçime katılabilecek yoksa iki kere mi?
Belki “tabii ki iki, yasa öyle” diyeceksiniz ama bu kural Abdullah Gül için uygulanmadı.
Gül eski sisteme göre cumhurbaşkanı olmuştu. Daha sonra cumhurbaşkanını halkın seçmesine karar verildi. Yani yeni bir sayfa açıldı. Ama Gül’e “Sen bir kereliğine seçilmiştin” dendi ve aday olması engellendi.
Yeni yasa iki kere dese bile aynı yöntemin uygulanması ve Erdoğan’a “Sen bir kere seçilmiştin bu nedenle sadece bir kere daha seçime katılabilirsin” denmesi gerekmeyecek mi?
Alın size bir kaos örneği daha.

DİKKATİMİ ÇEKEN ŞEYLER

Fuat Avni’yi bırakın yazdıkları doğruymuş meğer


Fuat Avni dinci faşist darbe girişimine kadar cemaatin internet fenomeniydi.
Bir milyona yakın takipçisi vardı. Fuat Avni hesabı defalarca engellendi, askıya alındı ama her seferinde farklı bir hesaptan yayına devam etti ve tüm eski takipçilerini her seferinde artırarak geri kazandı.
Fuat Avni’nin “bir kişi” olmadığını, bunun bir ekip olduğunu, Erdoğan’ın çok yakın çevresinden sızdırılan bilgilerin bu hesap üzerinden paylaşıldığını hemen herkes tahmin ediyordu.
Dinci faşist darbe girişiminden sonra bu gerçek ortaya çıktı, bu hesaba bilgi aktaranların büyük bölümü yakalandı zaten hesap da ortadan kalktı.
Fuat Avni sarayla ilgili öyle şeyler yazıyordu ki aslında inanması biraz zordu.
Bazı tweetlere “olmaz artık bu kadarı, atıyorlar” dediğim çok oldu.
Ancak Meclis Darbeyi Araştırma Komisyonu’na bilgi veren İçişleri eski Bakanı Efkan Ala Fuat Avni hesabından yazılanların doğruluğunu itiraf etti.
Ala “Devletin en önemli bilgilerini yazan hesabın tek kişi tarafından yönetilmediğini biliyorduk, dinleme ve izleme yapanların hepsini yakaladık” dedi.
Demek ki bilgiler doğruydu. Onca şey meğer gerçekten yaşanmış.

CANIMI SIKAN ŞEYLER

Aynı konuşmada Amerika hem düşman hem dost oldu


Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı dinlerken hep hayretler içinde kalıyorum.
Çoğu kez bir dediği bir dediğini tutmuyor, öfkesi kabardığında ne hukuk ne demokrasi takmıyor, diplomatik kuralları hiçe sayıyor, pek çok tarihi bilgiyi ya çarpıtıyor ya da yanlış anlatıyor.
Ama en önemlisi biraz önce söylediklerini unutuyor. “Burada böyle söylenir” diyerek belki de o an aklına geleni söylüyor, hiçbir özen göstermiyor kelimelerine.
Son örneğini muhtarlara yaptığı bilmem kaçıncı buluşma toplantısında gördüm yine.
Erdoğan terör konusunda Amerika’ya verdi veriştirdi. “Dünyanın öbür ucundan geliyorlar. Hiçbir sınırları yok, ne işleri var burada” dedi.
Darbenin de arkasında Amerika’nın olduğunu ima etti, PYD’ye verdiği desteği ağır dille eleştirdi “Onlar mı NATO üyesi biz mi” diye sordu.
Sonra sıra Suriye’deki operasyona gelince “Amerikalı dostlarımızla El Bab’a doğru ilerliyoruz” dedi.
“Amerikalı dostlar” öyle mi?
Hani onlar dünyanın öbür ucundan geliyordu, hani burada sınırları falan yoktu, hani PYD’yi destekleyerek bizi zora sokuyorlardı?
Bunu sorunca “Devlet böyle yönetilir, dış ilişkilerde sürekli dost sürekli düşman olmaz” diyerek ağzımızın payını vermeyi biliyor ama.
İyi de bari bu tür konuşmaların arasında bir gün olsun. Aynı konuşmada hem düşman hem dost nitelemesi yapınca iş karışıyor biraz.

BUNU YAZMAK GEREK

İsteseniz de istemeseniz de FETÖ’nün miladı 2004’tür


Hilmi Özkök yaptı yapacağını yine.
Ergenekon ve Balyoz davalarında “kafa karıştırıcı” açıklamalar yapan eski Genelkurmay Başkanı bu kez 15 Temmuz Darbe Araştırma Komisyonu’nda ortaya çıktı.
Hilmi Özkök 2004 yılında Fetullah Gülen cemaatinin devleti ele geçirmeye çalıştığını, bunun çok ciddi bir tehdit ve tehlike olduğunu hükümete anlattıklarını söyledi.
Gerçi 2004 yılındaki bir MGK toplantısına hükümete “cemaatle mücadele edilmesi gerektiği” yönünde tavsiye kararı alındığını zaten biliyorduk.
Ancak Özkök’ün söyledikleri bunun çok ciddi bir biçimde hükümete aktarıldığı ortaya çıkıyor.
Yani cemaatin “bir darbeye bile kalkışacak” kadar güçlenebileceği ve her şeyin bir gecede değişebileceği devletin en önemli organında ele alınmış ve kayda geçirilmiş. O halde artık istesek de istemesek de cemaatin bir terör örgütü olduğu 2004 yılından bu yana bilinmektedir ve AKP’nn kendi kafasına göre uydurduğu “Miladımız 17-25 Aralık’tır” bahanesinin ortadan kalktığı açıktır.
AKP iktidarı 2004 yılından bu yana, devletin resmi belgelerine göre tehlike arzeden bir örgüte yardım ve yataklık yapmıştır.
Soruşturma ve incelemeler, kimin cemaate yakın olup olmadığı, kimlerin hangi yardım ve destekleri verdiği konuları 2004’ten itibaren kapsama alınmak durumundadır.
Hilmi Özkök’ün açıklamaları “ne istediler de vermedik” sözlerinin de “kandırılmışız” bahanesine sığınılamayacağını göstermektedir.