Kan durmuyordu...
Tıbbi malzeme yetişmiyordu.
Kurşun yiyen bacaklar kollar, iple sıkılıyordu.
Yaraya ot tıkanıyordu.
Ot yoksa, çamur.
Delikler sıvanıyordu.

*

Çanakkale buydu.

*

Kurtlanan yaralarını deniz suyu veya kireçle temizlemeye çalışan gazilerimizin feryatları, gecelerin karanlığını yırtıyordu.

*

Daracık alanda binlerce ölü beden yatıyordu, milyarlarca sinek üşüşmüştü. Kavurucu sıcaktaki ağır koku, sinek sürülerini mıknatıs gibi çekiyordu.
Anzak askeri Harold Brougton, “vücudunun eti göründüğünde hemen sineklerle kaplanırdı, ağzımızın çevresinde, yaraların çıbanların üzerindeydiler, gerçek bir lanetti” diye yazmıştı hatıra defterine...
Binbaşı Claude Foster “geceleri uyuyamıyoruz, uyumayı unuttum, gündüz vakti gözünü kapatmak istediğinde o korkunç kara bulut, vızıldayan kanatları, yapışkan ayakları ve pislikle kaplı hortumlarıyla insanı çıldırtmanın eşiğine getiriyor” diye not almıştı.
Korunmak için icatlar yapılıyordu, İngilizlere mesela, başlarına geçirmeleri için büzgülü torba dağıtmışlardı.
Asteğmen Herbert, hazin manzarayı şöyle tarif etmişti: “Hemen önümde bir grup Türk ölüsü vardı, hepsinin başları geriye yatmıştı, ağızlarının açık olduğuna dikkat ettim, açık ağızlardan içeri sinekler doluyor, sonra bize geliyorlardı, yemeklerden önce cesetleri ziyaret ediyorlardı, ekmek yiyorsan, ağzına yaklaşıncaya kadar lokmanın üzerine konuyorlardı, ekmeği atamazdın, atarsan yiyecek lokma bulamazdın, öyle yemek zorundaydın.”

*

Tuvaletlere ilkel bile denemezdi, ilkel ötesiydi. Siperlerde kovalar vardı. Sağlık ekipleri toplar, herhangi bir yere boşaltırdı. Siperlerin gerisinde iki üç metre derinliğinde, geniş çukurlar kazılırdı. Oturma yeri, çukurun üzerine konulan kalastı, dengede durarak çömelir, işini görürdün. Dengesini kaybeden, veya kalas kırıldığı için çukura düşenler olurdu.

*

Dizanteri salgını vardı. İshalle başa çıkılamıyordu. Anzak eri Harold Philing, “öylesine bitkin düşersin ki, bir kedi yavrusu kadar aciz kalırsın, doktor dün gece kaç kere tuvalete gittiğimi sordu, 16 kere dedim, paçalarıma kan damlıyordu, dizanteri insanı öldürmeden önce onurunu elinden alan bir hastalık” diye yazmıştı.

*

Tabip yüzbaşı Abdülkadir “çok elemliydi” dediği siperleri, insanın yüreğini kanatacak kadar gerçekçi anlatıyordu: “Önde yatan şehitlerimiz ve düşman ölüleri o derece sıktı ki, Cuma namazında bir camide secdeye yatmış cemaati andırıyordu. Yalnız bu yatış gayrımuntazamdı, ebedi bir sükuna dalmış şehit ve maktüllerin mahşeri halinde görünüyordu. Ölülerin ağzına burnuna sinekler yumurtlamıştı, buralarda büyüyüp beslenen kurtlar tombul ve beyaz birer şekil almış halde siperlere karınca gibi yürüyordu. İtiraf ediyorum... Mektepte kadavralar üzerinde anatomi dersi yapmış ve birçok otopsi yapmak mecburiyetinde kalmış bir doktorum ama, ön hattaki koku burnumdan çıkmadı, et yiyemez oldum!”

*

İçmek için yeterli su yoktu. Kuyu suyu hastalık getirmekten başka işe yaramıyordu. Yıkanmayı unutmuşlardı. Bit istilası vardı. Pantolon dikişlerinin arasına saklanıyorlardı, bir kor parçasıyla yakıyorlardı dikişlerin arasındaki bitleri... Battaniyeye bulaştıysa, battaniyeyi yakmaktan başka çare kalmıyordu. Fikir kimden çıktı bilmiyorum ama, karıncaları keşfettiler, bitler karıncalardan kaçıyordu. Gömlekleri karınca yuvasının üstüne serince, tertemiz oluyordu!

*

Anzak eri Steve Moyle anlatıyor, “mataralarımızı kuyuya sarkıtırdık, suda hep garip bir tat olduğunu söylerdik, bir gün istihkamcılar geldi, aşağıya çengellerini salladılar, çürümüş bir ceset çıkardılar.”

*

Biliyorum bu güzel tatil gününde canınız sıkıldı ama... Lütfedelim de canımız biraz sıkılsın diye yazıyorum.

*

Memleket yeniden işgal noktasına getirildiği için... En başta bademler, herkes aklını başına alsın diye yazıyorum.

*

Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal diyor ki...
“Biz kişisel kahramanlıklarla uğraşmıyoruz. Ama size Bomba Sırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasındaki mesafe sekiz metreydi, yani ölüm muhakkaktı. Birinci siperdekilerin hiçbirisi kurtulmamacasına düşüyor, ikinci siperdekiler onların yerini alıyordu. Ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık, tevekkül... Öleni görüyor, üç dakikaya öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılmak yok. Okuma bilen Kuran’ı Kerim okuyor, bilmeyen kelime-i şehadet getirerek yürüyor. Emin olmalısınız ki, Çanakkale işte bu yüksek ruhtur.”

*

Kişisel kahramanlıklarla uğraşmayalım.
Biri düşecek, diğeri onun yerini alacak.
Korkmak yok.
Sarsılmak yok.
Çanakkale Şehitliği’ne çiçek bırakılarak başlatılan “adalet” kurultayı bu ruhla yürürse... Zafer kaçınılmazdır.