Başbakan Binali Yıldırım’ın siyasi literatüre soktuğu “abidik gubidik işler”, bugünlerde dış politikaya hakim olmuş durumda...
Önce Almanya ile “kampanya yasakları” kavgası yaşandı. Hollanda da topa girince, iş iyice çığrından çıktı; Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bakanı, “dost ve müttefik” bir ülkeden neredeyse silah zoruyla çıkarıldı, sınırdışı edildi.
Ve bu iki ülkenin tavrı üzerine tüm Avrupa, gerek Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, gerek AKP hükümeti tarafından hedef tahtasına oturtuldu. Muhalefet de iktidara bu konuda tam destek verdi.
Buraya kadar her şey iyi; Türkiye, bir bütün halinde, Avrupa’ya “haddini bildirdi”.
Ancak küçük bir sorun var.
Türkiye Cumhuriyeti Seçim Kanunu...
Türkiye’nin itibarını hiç olmadığı kadar bozan son olaylar, AKP’li bakanların 16 Nisan referandumu öncesi bu ülkede Türk vatandaşlarına yönelik kampanya konuşmaları nedeniyle çıktı.
Oysa, bizzat AKP tarafından yeniden düzenlenerek, yurtdışındaki TC vatandaşlarına oy verme hakkının önünü açan Seçim Yasası, “yurtdışında seçim propagandası yapmayı” yasaklıyor.
Kısacası Ankara şu anda Türkiye yasaları tarafından yasaklanan bir eylem için Avrupa’yla kavga ediyor; Avrupa’ya “Türk siyasetçilerin TC yasaları uyarınca suç işlemesine neden izin vermediği” konusunda kafa tutuyor.
NOT: Merak edenler için AKP hükümetinin 2008 yılında değiştirdiği 298 sayılı seçim kanununun 94/A maddesinde aynen şöyle deniliyor:
“Yurt dışı seçmenler, milletvekili genel seçimi, Cumhurbaşkanı seçimi ve halkoylamasında oy verebilirler. Yurtdışı seçmenler sadece seçime katılan siyasi partilere oy verebilirler. Yurtdışında ve yurtdışı temsilciliklerde seçim propagandası yapılamaz.”

Avrupa ile itişmek kime yarar?


AKP hükümetinin, Türk yasalarınca yasaklanmasına rağmen Avrupa’da proraganda yapma ısrarının bir bedeli de olacak elbette. İlk akla gelenler:
- Hollanda ile yaşanan uçuş iptali krizi en çok Müslüman karşıtı siyasetçi Wilders’a yarar. Hollanda’da bu hafta seçimler var. Önce Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun ‘uçağınıza iniş izni verilmez’ uyarısına rağmen Hollanda’ya gitme ısrarı... Ardından iniş izni gerçekten iptal edilince ‘propaganda yaptırmıyor’ diye kızılan Almanya’da -her nasılsa- propaganda gezisinde olan Aile Bakanı Fatma Betül Sayan’ın karayoluyla -huruç harekatı yaparcasına- Hollanda’ya gitmeye kalkması...
Bunlar en çok Avrupa’daki için o neonazilerin, sağcı popülistlerin, Müslüman ve yabancı karşıtlarının oylarını artırır. (Tabii bir de, referandum kampanyasının başından beri bir türlü toparlanamayan, 16 Nisan referandumunun evetçi cephesinin sıkılaştırılmasına da yarar.)
- Avrupa’da Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı çıkan kesimlerin ‘haklıymışız’ demesinin önünü sonuna kadar açar. Türkiye’ye destek verenlerin sesleri iyice kısılır.
- Avrupa Birliği üyesi olamasak da, ‘aday ülke’ sıfatıyla yararlandığımız -az sayıda- imkan, öğrenci bursları, üyelik hazırlama fonları, eğitim programları, adaylık sürecinde verilen hibe ve krediler bir bir kesilir. (Nitekim, üyelik öncesi fonlar durduruldu bile)
- En büyük zararı ise Avrupa’daki faşist çevrelere karşı en ön cephede yer alan Türk vatandaşları görür. Dışlanma, ötekileştirme, düşmanlaştırma artar.
Şimdi ‘hamasi nutukları’, ‘Türk’ün Türk’e propagandasını’ filan bir kenara koyup bir daha düşünün:
Referandumda alacağınız -ki o da garanti değil- fazladan üç-beş oy için Avrupa’daki Türkleri bu kadar sıkıntıya sokmaya...
Türkiye’nin en büyük ticari ve sosyal partneri olan Avrupa’nın kapılarını Türk vatandaşlarına kapatmaya değer mi?

Avrupa, Kılıçdaroğlu’na ayıp ettiğinde AKP ne yapmıştı?


Avrupa’yla tüm bu itiş-kakış, elbette geçmiş defterlerin de şöyle bir açılmasına neden oldu.
Türkiye, 2013’te de Avrupa’yla benzer bir kriz yaşamıştı. Ancak bugün yaşanan krizin aksine, 2013’tekinde Avrupalıların “ayıp ettikleri” kesim iktidar partisi AKP değil ana muhalefet partisi CHP idi.
Ve ilginçtir, o dönemde CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na Avrupa’da yapılan ayıp karşısında, AKP’nin tavrı, hiç de bugünki gibi olmamıştı.
Önce krizi bir hatırlayalım:
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu 2013’te AB yetkilileriyle görüşmek üzere Brüksel’e gittiğinde, Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grubu’nun Başkanı Hannes Swoboda’yla görüşme yapmayı planlamıştı.
Ancak görüşmeden hemen önce Kılıçdaroğlu yaptığı bir açıklamada, o dönem Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan ile Suriye lideri Beşar Esad arasındaki benzerliklere dikkat çekince, Swoboda toplantıyı terk etmişti. Kılıçdaroğlu için ise çok ağır ifadeler kullanan Swoboda, “misafirseniz, kurallara uymak zorundasınız” demişti.
Elbette o dönemde CHP liderinin Avrupa’da yaşadıklarının Türkiye’ye de etkisi oldu.
Ve bakın, o dönemde Başbakan Yardımcısı görevinde bulunan, bugünün Adalet Bakanı AKP’li Bekir Bozdağ, Avrupalıların Türkiye Cumhuriyeti ana muhalefet partisi liderine yönelik bu ayıbı karşısında ne demişti?
Aynen aktarıyorum:
“Kapıya kadar gidiyor sayın Kılıçdaroğlu, kabul edilmeyince geri dönüyor ama Türkiye’ye iner inmez, ‘ben iptal ettim’ diyor. Ya bari bu kadar Avrupa’nın gözünde de bizi rezil edecek bir yalanı, hem de o insanla yaşadıkların ortadayken söyleme...”
Bitmedi.
Bekir Bozdağ’ın bu açıklamayı yaptığı gün iki farklı toplantısı daha vardı. Hepsinde de aynı konuda konuşmaya devam etti. İşte söyledikleri:
“Kılıçdaroğlu’nun Türkiye toprakları dışında hatta CHP grup toplantıları dışında siyaset yapmasını yasaklamalıdır...”
“Sayın Obama ve ekibi, Başbakanımızı, Başbakan olmasına rağmen devlet başkanı protokolüyle karşıladılar ama öte yandan CHP’nin genel başkanının ise görüşmesini iptal ettiler ve görüşme konusunda verilen izinleri ortadan kaldırıp; ‘bu üslupla bizim çatımız altında konuşamazsınız’ diye adeta kovdular oradan. Üzücü....”
Neler yaşandığını, kimin ne dediğini unutmamak için, arada sırada arşive bakmakta fayda var.