Türkiye’nin popüler youtuberlarının sinema maceraları birer birer çıkmaya başladı. Sıra beş milyondan fazla takipçisi olan Enes Batur’da.

Türkiye’nin yetiştirdiği en değerli hocalardan biriydi iletişim profesörü rahmetli Ünsal Oskay. Çocuklukla ilgili unutamadığım bir değerlendirmesi vardır: “Çocuk Robin Hood’dur” der. “Para dışındadır çocuk, otoritenin dışındadır. Gelenekleri falan bilmediği için, her yaptığı işe istediği için başlar; sıkıldığı için bırakır. Sırf kendi içindeki şeyle ilgilenir; sevinmek, mutlu olmak...” Büyüklerin dünyası ve devlet kurumu çocuğun bir an önce büyümesini ve bu Robin Hood halinden çıkmasını ister. Başka hiçbir şeye dikkatini vermeden okulunu okusun, mümkün olan en erken şekilde ekmeğini kazanmak için çalışmaya başlasın, evlensin vs... Bir yandan da kapitalist sistem onun şahane bir tüketici olması için elinden geleni yapar. Biz büyükler de buna destek oluruz...

enes_1


Bu sistem içinde çocuk da elinden geldiğince çocukluğunu sürdürmeye çalşır. Buluğ yaşına geldiğinde kendisine rahatlayacağı kaçış uğraşları arar. Kimisi karşı cinsle diğerlerinden daha çok ilgilenir, kimisi futbola sarar; bilgisayar oyunlarına, sinemaya, kitaplara sığınanlar vardır. Kimileri de hepimizi belli bir derecede esiri haline getiren ve çocuklarımızın da dahil olmasına epey bir katkıda bulunduğumuz teknolojiye ve internete... Sosyal medyayı bir kenara bırakalım apayrı bir yazı konusu, ama youtube’un yeri bu ortamda çok başka. Çünkü youtube seni görünür kılmaktadır. Herkes dikkat çekmek, ilgi görmek ister, ama çocuk bunu daha fazla ister. Çok kısa bir zaman içinde Youtube’da bir fenomen haline gelen Enes Batur’un kendi hayatından yola çıkılarak hazırlanan bu filmde de bir süre bu meseleye değiniliyor aslında.

Arkadaşım Youtube

İçe kapanık ve okulundaki akran zorbalığıyla, ailesinin okul-ders sıkıştırmasıyla burun buruna yaşayan bir çocuk olan Enes Batur’un da kendisini önce bilgisayar oyunlarına sonra da Youtube’un uçsuz bucaksız videolarına bırakması son derece anlaşılır bir şey. Bu arada bambaşka bir amaç için de olsa Enes’e yayın yapmasını sağlayan ilk “cam” de babasının hediyesidir. Bir kızgınlık anında monitörünü parçalayan ama ertesi günü ona daha iyisini alan da yine babasından başkası değildir. Yani ebeveynler hem çocuğu sıkıştıran, yeri geldiğinde cezalandıran hem de onu daha sonra eleştirdiği şeyle ödüllendiren kişilerdir.

enes_2

Youtube’da içerik üreten bu genç arkadaşların başkalarına örnek olmak gibi bir dertleri yok. Başkasına kötü örnek olurum kaygısı da yok. Onlar sıkıcı büyüklerden, otoriteden kaçıyorlar, eğleniyorlar ve bunu yaparken ‘takipçi’ sayılarını arttırmak onlar için en büyük kazanç. Zamanında bir MTV ürünü olan “Jackass” ve türevi reality şovlarda da olduğu gibi kendilerini fiziken riske attıkları küçük çılgınlıklar ya da şakalarla yürüyen bir dikkat çekme yarışı bu. Ama bizim ülkemizde yabancı örneklerdekinden daha bir çekingenlik ve daha az yaratıcılık var elbette. Şu Türkiye ortamında çocuk ve gençler yaratıcılıklarını geliştirebilecekleri pek de bir şey yaşamıyorlar ne de olsa. Diğer yandan kendilerini dahice fikirler üretmeye zorlamalarına da pek gerek yok. Nihayetinde ülkenin pop kültürüne baktığınızda da anlaşılacağı gibi vasatlığın prim yaptığı bir çağdayız!

Peki ne yapıyorlar bu youtuberlar? Mesela filmde de gördüğümüz gibi Enes Batur yukarıdaki kediyi kurtarmak için nasıl ineceğini bilmediği büyük bir ağaca tırmanıyor, arkadaşlarıyla karne notlarını karşılaştırıp en düşük notu olanın acı biber yediği bir turnuva düzenliyor, bacağını açarak otostop yapmayı deniyor ya da en fazla bir araya geldiği diğer arkadaşlarıyla dövme yaptırmak, soğuk havada havuza atlamak ya da saçlarını sarıya boyatmak gibi minik cezalarla birbirlerine meydan okuyorlar. Bir de bu filmde gösterilmese de, oyun oynarken bolca argo-küfürle konuşup bunu yayınlamak, ya da ‘diss yapmak’ yani youtube üzerinden birbirlerine sataşmak, laf sokmak var. Ülkenin de gündemi zaten sürekli birilerinin birilerine sataşması olduğu için en çok da bu hırçın videolar ilgi görüyor elbette!

Kalıcı değil

Tabi ki işin içine paranın girmesi, herkesi olduğu gibi onları da bozuyor. Çünkü Youtube çok takipçisi olan ve çok izlenen video sahiplerine topladıkları reklamdan pay vermekte. İşte burada bu fenomenlerin kendilerini kaybedebileceği yine “Hayal mi Gerçek mi?” filminin ikinci yarısında işleniyor. Nitekim Enes Batur da kendisini kaybedecek ama sonunda akıllanacaktır. Peki gerçekten de akıllanacak mıdır? Yoksa film dünyasında hep tutan ve kolay kabul edilir bir hikaye klişesi olan fazla hızlı yükselen, ama çok para ve şöhretin bozduğu kahramanın boyunun ölçüsünü alması konusu bir ‘gişe garantisi’ olarak mı tercih edilmiş? Nitekim gerçek videolarına bakınca Batur’un o kadar da tevazu sahibi bir profili olduğu pek söylenemez. E o zaman hani kendi hikayesiydi bu?
“Enes Batur: Hayal mi Gerçek mi?”de bir sinema filmi yetkinliği de yok maalesef. Yani estetiğiyle izleyicisine olgun ve de dolgun bir eser sunup, ‘bir sinema filmi izledim’ tatmini yaratamıyor, uzun bir youtube videosu gibi. Bunun bilerek tercih edildiği gibi bir hisse de kapılamıyorsunuz. İyi-kötü bir hikaye anlatıyor anlatmasına ama özellikle yarısından sonra samimiyetini giderek kaybediyor, üstelik çok komik de değil; zaten Enes Batur’un Youtube videoları da mizah üretmiyor bence. Kendilerini çok komik olarak pazarlamıyorlar, ama bu videolar bir profilin temsili olarak dikkate alınabilirler yine de. Çok yaratıcı fikirler içermeyen, ‘efsane olacak’ kafa bulmalar üretmeye odaklanılmış, adeta bir tepki gibi ‘hiçbir şey’in pazarlandığı videolar bunlar daha çok. Ama bu film en azından çocukların ilgisinin çok yüksek olacağı düşünülerek küfürsüz, kahramanının başkalarına karşı hoyratlık yapmayı tercih etmediği ve bundan sakındığı bir tasarımla kurgulanmış. Tahrip edici bir komedi yapmak amaçlanmamış. Bu yüzden de yapımcısına, muhtemelen daha çok ilgi göreceği tersi bir stratejiyi tercih etmemesi kararından dolayı da teşekkür etmek gerek...

2 yıldız
Enes Batur: Hayal mi Gerçek mi?
Yönetmen: Kamil Çetin
Oyuncular: Enes Batur, Ceyda Düvenci, Bekir Aksoy
113 dakika, 7+

Bir animasyon harikası...

Çocuğun ona iyi bakacak ve tüm ihtiyaçlarını giderecek bir aileye sahip olmasının bedelinin onu hayallerinden ya da ideallerinden uzaklaştırmak olmadığını bu kadar mı güzel anlatır bir film! “Coco” daha ilk dakikasından itibaren sizi öyle içine alan bir film ki, bitince filmden edindiğiniz tüm duyguları bir süre üzerinizde taşıyorsunuz.
En başta sanıldığı gibi Coco adlı bir çocuğun hikayesini anlatmıyor. Coco hikayenin esas kahramanı Miguel’in büyükannesi aslında. Coco’nun babası zamanında müziği seçtiği için kızını ve çok sevdiği karısı Imelda’yı terketmiş. Ernesto de la Cruz, Meksika’nın en ünlü yıldızı olmuştur ama geride kalan ailesi onu geçmişlerinden silmiş, aile fotoğraflarından yırtmışlardır. Müzikten dahi nefret etmiş, ailenin en küçük torunu Miguel’in müziğe ilgi duymasını bile yasaklamışlardır. Miguel de buna isyan etmekte ve müziğe olan tutkusunu ailesinden gizli yaşamaktadır.

coco_1

Çok film izleyenler bilirler, Meksika kültürünün çok anlamlı bir bayramı vardır: Ölüler Günü. Herkes ailesinin müteveffalarının en sevdiği şeyleri mezarlarının başındaki sunaklara adak olarak koyar ve herkes sevdiklerinin ruhunu anar. Miguel de büyük büyük dedesinin kabrindeki gitarını ödünç alarak bir yetenek yarışmasına katılmak isterken yanlışlıkla ölüler diyarına bir yolculuk yapmak zorunda kalır. Geri dönebilmek için büyük büyük dedesini bulmak ve ondan bir hayır duası alması gerekir. Miguel’in ölüler diyarındaki bu yolculuğu çeşitli sürprizlerle, heyecanlı olaylarla, duygusal anlarla ve müzikle doludur...
“Coco” içinde birçok pozitif mesaj ve yaratıcı fikirler barındıran, duygusal, eğlenceli bir animasyon film. Yani bir animasyondan ne bekliyorsanız hepsine sahip. Pixar’ın teknik anlamda da en başarılı olduğu filmlerinden biri “Coco”. Muhteşem bir detaycılık, renklerin kullanımındaki zenginlik filmin dünyasını tamamladığı gibi hikayesini ve estetiğini de kalıcılaştırıyor. Hikayenin vardığı nokta ise çok anlamlı. Sadece ailesinin Miguel’in müzisyenlik hayalini ve yeteneğini bir inat uğruna bastırmasını izlemiyoruz, unutulmamayı hakedenlerin ve unutulmaz olmayı hakkıyla elde etmeyenlerin de mücadelesini izliyoruz. “Coco”ya ailece gönül rahatlığıyla gidebilirsiniz. Yalnız 7 yaşın altındaki bazı hassas çocuklar, kaplana benzeyen uçan bir hayvanın yeraldığı bazı sahnelerden biraz ürkebilir..

4,5 yıldız
Coco
Yönetmen: Lee Unkrich
105 dakika

Bir hakaretin anatomisi

Bir an durup düşününce, aynı tanrıya inanıp da farklı dinlerden olan insanların birbirlerine düşman olmaları, bu uğurda savaş başlatmaları ne kadar anlamsız geliyor. Ama bu dünyanın çok acı bir gerçeği, insanlık tarihi sırf bu yüzden ölen milyonlarca insandan oluşmakta.
Lübnan’da bir mahallede altyapı çalışması yapan işçilerin ustabaşısı Filistinli göçmen Yaser, mahalle sakinlerinden araba tamircisi hıristiyan partisi destekçisi Tony ile küçük bir sürtüşme yaşar. Tony’nin balkon giderinden akan pis su Yaser’in üzerine gelmiştir. Tony’nin sert tavrına karşılık Yaser kendini tutamayıp ona “aşağılık herif” der. Tony bu hakareti bir türlü yediremez ve ondan bir özür bekler. Zaten mülteci kampında zor şartlarda yaşayan Yaser özür dilemek konusunda isteksizdir. Aralarındaki laf dalaşı nefret suçu içeren bir atışmaya ve bir yumrukla biten tartışmaya dönüşünce Tony soluğu mahkemede alır. İkili arasında ‘balkon gideri’nden başlayan bu anlaşmazlık giderek büyür ve bütün ülkeyi etkisi altına alan politik ve toplumsal bir tartışmaya dönüşür.
“Hakaret” gibi bir filme en çok da, tahammülsüzlüğün giderek daha çok kendisini gösterdiği, inceliğin ve hoşgörünün giderek azaldığı sinirleri bozuk bir topluma dönüşen Türkiye’nin ihtiyacı var aslında. Sanatın topluma ayna olma işlevi, Türkiye’de maalesef sinema sektörünün reflekslerini pek harekete geçiremiyor.

hakaret_3


Yaser ve Tony’nin aslında normal şartlarda birbirleriyle iyi anlaşabilecek yapıda insanlar olduklarını vurgulayan yönetmen Doueiri, zaman zaman absürt olma tehlikesini göze alarak hızlı bir şekilde ikilinin arasını gerdikçe geriyor. Ama gerçek hayatta da hayrete düştüğümüz benzer olaylara şahit olmuyor muyuz bazen? Her şey bir kelimeyle, ya da küçük bir sakinlikle çözülebilecekken daha da büyümüyor mu?
“Hakaret”te bu iki adam birbirlerini son derece zorluyorlar. Bir süre sonra avukatları da kendi başka hesaplaşmalarını dahil ediyorlar onlarınkine. Etnik kimlikler ve Yaser’in bir mülteci oluşu da, mağduriyeti de olayların büyümesine neden oluyor. Yönetmen, Yaser’in suskun sakinliğinin altında yatan öfkeyi de; ‘sırf Filistinli mülteci oldukları için her şeyi yapmaya hak mı kazanacaklar?’ diye soran Tony’i de anlatmaya çalışıyor. İkisinin de karısının daha sağduyulu ve barışçıl olması da anlamlı bir detay. Bu ayrışmalar, temelsiz inatlaşmalar ve nefret söylemleri en çok da erkek dünyasından çıkıyor maalesef.
Lübnanlı yönetmen, iki adamın arasındaki kontrastı sanki Michael Mann’in hırsız-polis başyapıtı “Büyük Hesaplaşma”daki (Heat) estetiğine yaklaştırarak anlatmış. Yukarıdan çekilen şehir görüntüleri, hatta Tony’nin o filmdeki De Niro’ya benzemesi, soyadının da Hanna olması (“Heat”te de Al Pacino’nun karakterinin soyadı Hanna’ydı), müzik kullanımındaki benzerlikler gibi aşinalıklar var. Zira o filmde de birbirlerinin karşıtı olsalar da aslında normalde iyi arkadaş olabilecek iki adam anlatılmaktadır.
“Hakaret”, özünde bu insanlık tarihi kadar eski “siz bizi, bizim sizi öldürdüğümüzden çok daha önce öldürmüştünüz” tartışmasının ilelebet süreceğini ve insanoğlunun bunu önlemek konusunda asla başarılı olamayacağını anlatıyor. Belki biraz uzunca, birazcık da abartarak ama yine de böyle hikayelerin en azından birileri için bir yüzleşme olabileceğine hâlâ inanmak istiyoruz...

4 yıldız
Hakaret
L'insulte
Yönetmen: Ziad Doueiri
Oyuncular: Adel Karam, Kamel El Basha, Camille Salameh
112 dakika,