“Gerçek kurtuluş toplumdaki marazı (hastalığı) tespit edip tedavi etmekle elde edilir. Marazın tedavisi ancak ilmi ve fenni bir tarzda yapılacak olursa şifa verici olur...”  (Atatürk, 27 Ekim 1922, Bursa)

Tam yüz yıl önce bugün... I. Dünya Savaşı’nın en zor zamanları... Tarih, 18 Eylül 1917... Yer, Halep... O gün, 7. Ordu Komutanı Atatürk, Halep’ten İstanbul’daki Bahriye Nazırı ve 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa’ya, “Memleketin hayatına ilişkin araştırma ve incelemeye değer görüşlerimi bildirmeye hazırım” diye bir telgraf gönderdi. Cemal Paşa bu telgrafa 19 Eylül’de, “Pek çok yararlanılacağına emin olduğum görüşlerinizi beklerim” diye cevap verdi.

BİRİNCİ RAPOR

Bunun üzerine 7. Ordu Komutanı Atatürk, 20 Eylül 1917’de, Başkumandan Vekili Enver Paşa’ya, Sadrazam ve Dahiliye Nazırı Talat Paşa’ya ve Bahriye Nazırı ve 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa’ya 2010 kelimelik uzun bir rapor gönderdi. (Yusuf Hikmet Bayur, Atatürk, Hayatı ve Eseri, s. 120-128, Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.2, s.120-125). Atatürk, bu raporu hazırlarken 7. Ordu’ya bağlı 20. Kolordu Komutanı İsmet Bey (İnönü)’le görüş alışverişinde bulunmuştu. (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, C.1, s. 274).
Atatürk raporuna, yetkililerin “bu açıklamalarını, hiçbir kötümserliğe ve telaşa yormayarak soğukkanlılık ve ciddiyetle karşılayacaklarına güvendiğini” belirterek başlıyordu.

SORUNLAR

Genel durum: “Halk ile idare (hükümet) arasındaki bağlar sarsılmıştır. Hükümet acz içindedir. Halk savaşlarla iyice fakirleşmiştir. Hükümetin uygulamaları ‘halkın haklarına ve adalete’ aykırıdır. Bu, ‘halkın nefretini’ arttırmaktadır diyordu. “Hükümetin ‘acz içinde’ olmasında, zabıta kuvvetinin olmaması, memurlarının ‘rüşvet’ alması, ‘vurgunculuk’, ‘yolsuzluk’ yapması, ‘suiistimalleri’, ‘keyfine düşkünlükleri’ ve ‘adalet işlerinin kesinlikle yürümemesi’ etkilidir. Bu nedenlerle genel hayat her yerde çürümektedir. Ticaret ve ekonomi çökmüştür. Para meselesi, geleceğe güven bırakmamıştır; namuslu insanları bile kutsal bildikleri değerlerden uzaklaştırmıştır” diyordu. “Çürüyen muazzam saltanat binasının (devlet) bir gün içeriden birden bire çökmesinin” muhtemel olduğunu söylüyordu.

Askeri durum: “Düşmanlarımız bize göre daha iyi durumdadır. Almanlar savaşı kazanamaz. Savaş uzun sürecektir” diyordu. Ordumuzun iyice zayıfladığını, ülkenin insan kaynaklarının yetersiz olduğunu söylüyordu. “Özetle, Batı’da muhtemel yeni taarruzları beklemek ve Suriye sınırındaki düşman taarruzlarını başarısızlığa uğratmak, genel askeri durumumuzun şimdiki vazgeçilmezleridir” diyordu. Bu durumda, son kuvvetlerle Bağdat’ı geri almanın da mümkün olmadığını anlatıyordu. “Düşman Bağdat’a gemilerle ve trenlerle asker getirirken, biz boynuzlu hayvanlarla (şahdarlarla) ve deve ile buna karşı koyamayız” diyordu.

18szt02a_ant_izm_ank_ist_trb

ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

“Bu sözlerimle ‘her şey bitti, bulunacak çare kalmadı’ demek istemiyorum. Böyle kötümser bir düşüncenin, düşmanların en tehlikelisi ve en vahimi olduğunu açıklamaya gerek görmem. Kurtuluş ve hayat imkanı vardır, ancak hedefe ulaştıracak tedbirleri bulmak lazımdır” diyordu.
Sonra şu çözüm önerilerini sıralıyordu.
a) İçten hükümeti kuvvetlendirmeli, jandarmayı güçlendirmeli, memurları, adalet işlerini, ticaret ve ekonomi işlerini düzenlemeli, suiistimalleri hiç olmazsa tahammül edilebilir sınıra indirmeli ve böylece memleketi sağlam bir hareket üssü haline getirmeli...
b) Askeri siyasetimiz bir savunma siyaseti olmalı. Yurt dışında tek bir Osmanlı eri kalmamalıdır. Sina cephesinde düşman bize göre çok güçlüdür, her an taarruz edebilir. Hazırlıklar tamamlanmalıdır.
c) Bütün Suriye ve Hicaz’ın sorumluluğu ve Sina cephesinde komuta, kendi evlatlarımıza (Müslüman Osmanlılara) verilmelidir. Vatanın çıkarlarına en uygun şekil budur. Eğer Sina cephesinin von Kress’in 8. Ordu’su ile benim 7. Ordu’m tarafından savunulması gerekiyor ve bu orduların Falkenhayn’a bağlı bulunması uygun bulunuyorsa vatanımızın çıkarları için bu görevi üzerime almaktan kaçınmam. Ancak bu halde Falkenhayn’ın, bütün Suriye ve Hicaz’ı yöneten en yüksek sorumlu bir yurt çocuğunun (bir Osmanlı’nın) emri altına girmesi gerekir. Falkenhayn sadece askeri komutan olur. Sevk ve idare bizim memleketimizin bir öz evladının elinde olur. Sina cephesi bir komuta altında erimeye mecbur olursa o komutan ancak ben olurum.

ALMAN EMPERYALİZMİ

Alman emperyalizmine şöyle isyan ediyordu: “İçinde bulunduğumuz bu bataklıktan Almanlarla beraber kurtulmak zorunlu ise de Almanların bu zorunluluktan ve savaşın uzamasından yararlanarak bizi sömürge yapmak ve memleketimizin bütün kaynaklarını kendi ellerine almak siyasetinin karşısındayım. Bugün Falkenhayn her vesileyle herkese karşı, Alman olduğunu ve elbette Alman çıkarını en fazla düşüneceğini söyleyecek kadar cesaretlidir. Halep’te, Fırat’ta ve Suriye’de Alman siyasetinin ve Alman çıkarının peşinde koşan bir Alman komutanın, yüzbinlerce Türk kanı için karar verme mevkiinde bulunması tamamen vatanımızın çıkarlarına aykırıdır. Falkenhayn geldiği günden beri Türklere düşman Arap aşiretlerini kazanmaya çalışmaktadır. Irak harekatının uygulanamaz olduğunu daha ilk günden beri anlamasına rağmen bu harekatı memleketimize yerleşmek için kullandı. Gerçekte amacı bütün Arabistan’ı Alman yönetimine almaktı. Nitekim planın ikinci aşamasına başlamıştır. Irak hedefi değişince Sina cephesinde bir taarruz istemeye başladı. Amacı Arabistan’ı Alman idaresine sokmaktır.
Eğer Filistin’in savunması mümkün olursa Falkenhayn en büyük başarıyı kazanmış olarak ortaya çıkacaktır. Ancak bu durumda da memleket yine bizim elimizden çıkıp bir Alman sömürgesi haline gelecektir...”
Atatürk, “memleket savunması”nın söz konusu olduğu o günlerde “Memleketin hiçbir köşesi herhangi bir yabancı nüfuz ve idaresi altına verilmemelidir” diyordu.
Son cümlesi şuydu: “Bulunduğunuz makam sebebiyle bunları anlatmakla vicdanım üzerindeki bir yükü kaldırmış olduğuma inanıyorum.”
Nereden gelirse gelsin, emperyalizme tahammülü yoktu.

İKİNCİ RAPOR

Koca bir imparatorluğun yıkılıp gittiğini görüyordu. Bir şeyler yapmalı, hükümete ve orduya mutlaka doğruları göstermeliydi. Oturdu, ikinci bir rapor daha yazdı. (Bayur, age, s. 129-133,
Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.2, s. 126-129).

7. Ordu Komutanı Atatürk, 24 Eylül 1917’de Enver ve Cemal paşalara ikinci raporunu gönderdi. Raporun birinci ve ikinci bölümünde Sina cephesindeki düşman kuvvetleriyle bizim kuvvetlerimizi karşılaştırıyordu. “Elimizdeki kuvvetlerle saldırı değil, ancak savunma yapabiliriz. Tüm kuvvetlerimizi Sina cephesine göndermeliyiz. Eldeki yetersiz kuvvetlerle General Falkenhayn’ın bir saldırıya geçmesi yanlıştır” diyordu. “Parça parça cepheye gelecek kuvvetlerce verilecek bir savaş konusunda kimse benim kadar tecrübeye sahip değildir. Gerek Arıburnu’nda ve gerek Anafartalar’da doğrudan doğruya Osmanlı başkentini, bu sistemde, yani üstün kuvvetlere karşı parça parça gelen kuvvetlerin kullanılmasıyla savunmuş ve 2. Ordu’nun öncü kolordusunu komuta ederken de stratejik yayılmasını bitirmiş bir düşmana karşı kendi ordumuzun toplanmasını gizlemiş ve emniyete almıştım” diyordu.

“Bir savunma cephesi olan Sina’ya iki ordu karargahı sığmaz. Bu cepheyi bir tek komutan komuta etmelidir. Sina cephesini benim komuta edebilmemde tecrübesizlik ve yeterlilik gibi düşünceler ileri sürülemez. Çünkü bundan daha zor olan Arıburnu ve Anafartalar’da 11 tümeni ve bir süvari tugayını başarı ile kullanmış ve 10 tümenlik 2. Ordu’yu idare etmiş ve İngiliz ordusunu yenmiş bir komutan, istenilen tecrübeyi kazanmıştır” diyordu.
Sonra şöyle devam ediyordu: “Sina cephesinin gerçek ihtiyaçları gizlenmektedir, yani aldatılmaktayız. 5 aydır memleketimizde olan Falkenhayn bir iş görmemiştir. Falkenhayn’a ne askeri ne siyasi güvenim vardır. Onun emri altında görev yapmak vatanım için asla faydalı bir sonuç doğurmaz.

Vatanımın çıkarları ve kendi şeref ve haysiyetimin aşağılanmaması için benimle ilgili aşağıdaki iki karardan birinin acilen verilmesini istirham ederim:
1. Falkenhayn Sina cephesinde görev alamaz. Sina’nın savunması yalnız 7. Ordu Komutanı’na ait olur.
2. Ya da ben 7. Ordu’nun komutasından ayrılırım.”

2

İSTİFA

Atatürk’ün 20 ve 24 Eylül tarihli raporlarına Enver Paşa, 2 Ekim 1917’de şöyle cevap verdi: “Sina cephesinde Mareşal Falkenhayn Paşa’nın, söz konusu harekatın başarıyla sonuçlanması için en doğru karar ve tedbirleri alacağına eminim. Bu konudaki güvenime zatıalinizin de iştirak etmenizi bilhassa rica ederim.”
Ancak Enver Paşa fena halde yanılıyordu. Anafartalar kahramanı Atatürk’e değil de Alman Falkenhayn’a körü körüne güvenmesinin bedelini Türk Milleti çok ağır ödeyecekti.
Atatürk, 6 Ekim’de kendisine bir vekil tayin ederek istifa etti.

Enver Paşa, önce Atatürk’ü istifadan vazgeçirmeye çalıştı, başaramayınca, 9 Ekim’de Diyarbakır’daki 2. Ordu Komutanlığı’na atadı. Atatürk bu atamayı da kabul etmedi, “izinli” sayılarak 11 Ekim’de Halep’ten ayrıldı, 15 Ekim’de kendi ifadesiyle “asi bir komutan olarak” İstanbul’a geldi. O sırada bir ordu komutanı olan Atatürk’ün bütün bu isyanına Enver Paşa sessiz kaldı. Yusuf Hikmet Bayur şöyle diyor: “Bu olay Mustafa Kemal’in ne kadar büyük bir ün ve şan kazanmış, hükümetin de ne ölçüde zayıf bir duruma düşmüş olduğunu ayrıca gösterir.” (Bayur, age, s. 121).

Yüz yıl önce yüz yıl sonra


7. Ordu Komutanı Atatürk, 4 gün arayla gönderdiği iki uzun raporla hükümeti ve orduyu uyarıp uyandırmaya çalıştı. En ağır biçimde cezalandırılmak dahil, her türlü tehlikeyi göze alarak çok büyük bir cesaretle ve özgüvenle devletin en tepesindekilere çıplak gerçekleri gösterdi.
Bu raporlar, Atatürk’ün, akılcı ve bilimsel hareketinin de belgeleridir. Raporlarda önce gözleme dayalı olarak sorunları sıralıyor, sonra bu sorunlara tamamen akılcı, bilimsel ve gerçekçi çözümler üretiyordu. İşte bu “bilimsel yöntem”dir.
Atatürk’ün tam yüz yıl önce kaleme aldığı raporlarda dile getirdiği sorunların yüz yıl sonra bugün de geçerli olması, dikkat çekicidir: Hükümetin “acz içinde” olması, hükmet ile halk arasındaki bağların bozulması, halkın fakirleşmesi, hükümetin halkın haklarına ve adalete aykırı davranışlarla halkın nefretini kazanması, memurların rüşvetçiliği, vurgunculuğu, yolsuzluğu ve suiistimalleri, genel hayatın çürümesi, ticaretin, ekonominin çökmesi, para meselesinin namuslu insanları bile kutsal değerlerden uzaklaştırması, çürüyen saltanatın çökecek olması, ordunun çok zayıflaması ve ülkedeki yabancı nüfuzu gibi sorunlar bugün de vardır. “Bugün saltanat mı var?” diyen kardeşim, iyi düşün bakalım!
Atatürk, en kritik anlarda, örneğin daha önce 1915’te Çanakkale’de ve daha sonra 1921’de Sakarya’da orduların başına geçerek iki büyük zafer kazandı. 1917’de Sina-Filistin’de ise bu isteği kabul edilmedi, sonunda Sina-Filistin kaybedildi.

Küdüs’ten Halep’e


Tarih Atatürk’ü yine haklı çıkaracaktı. 31 Ekim 1917’de İngilizler, 110 bin kişilik bir kuvvetle Sina cephesinde saldırıya geçtiler. Bizim 36 bin kişilik kuvvetimiz vardı. Falkenhayn gafil avlandı. 11 Aralık’ta Kudüs İngilizlerce işgal edildi. Filistin kaybedildi. (Uluğ İğdemir, Atatürk’ün Yaşamı, s. 102). Hıristiyanlarca kutsal sayılan Kudüs’ü Almanlar kasten savunmamıştı. (Bayur, age, s. 134).
Kudüs’ün kaybından ancak 4 ay sonra, 25 Şubat 1918’de Falkenhayn, Yıldırım Orduları Komutanlığı’ndan alındı, yerine Maraşal Liman von Sanders atandı.
Atatürk ise 7 Ağustos 1918’de Yıldırım Orduları Komutanı Liman von Sanders’e bağlı 7. Ordu Komutanlığı’na ikinci kez atandı.

Katma zaferi


Atatürk’ün o meşhur raporlarından bir yıl sonra, 18 Eylül 1918 gecesi, General Allenby komutasındaki İngilizler, Filistin cephesinde genel taarruza başladı. 8. Ordu cephesi yarıldı. Düşman, Liman Von Sanders’in Nasıra’daki karargâhını bastı; Sanders canını zor kurtardı. 4. ve 7. Ordular düşman tarafından çevrilme tehlikesiyle karşılaştılar. Atatürk, 20 Eylül’de Şeria Nehri’nin doğusuna çekilme kararı verdi. 21 Eylül’de başlayan geri çekilme 25 Ekim’de Halep’in kuzeyinde sona erdi. Ekim başlarından itibaren Atatürk fiilen Yıldırım Orduları Komutanı’ydı. İnisiyatif kullanıp orduyu yönetti. Halep’te Araplarla sokak savaşları yaptı. Yusuf Hikmet Bayur’un ifadesiyle “Onun bu orduyu bin bir güçlük içinde Şam’a kadar getirebilmesi askerlikçe bir mucize sayılabilir.” (Bayur, age, s. 157). 18 Eylül’de Yafa’nın kuzeyinde başlayan İngiliz saldırısı 500 km. sonra 26 Ekim 1918’de Halep’in kuzeyinde durduruldu. Kuvvetli bir İngiliz atlı tümeni geri püskürtüldü. (Bayur, age, s. 158,159). Şevket Süreyya Aydemir’in anlatımıyla, Atatürk, “25/26 Ekim’de Halep’in 5 km. kuzeyinde İngiliz ve Arapları fena bir yenilgiye uğratır. I. Dünya Savaşı’nın bizim için son muharebesi ve zaferi de budur.” (Aydemir, Tek Adam, C.1, s. 288). Atatürk, Erzurum ve Sivas kongrelerinde Misak-ı Milli’nin esaslarını belirlerken “Türk süngülerinin tespit ettiği bu hattı ileri sürdüm” diyordu. (Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün Bana Anlattıkları, s. 70).
Atatürk’ün 20 ve 24 Eylül 1917 tarihli raporlarındaki askeri eleştirilerin ne kadar haklı olduğu bir yıl sonra, 18 Eylül 1918’de başlayan İngiliz taarruzuyla çok iyi anlaşıldı. Arabistan ve Ortadoğu tamamen kaybedildi, düşman Anadolu’ya dayandı.
Atatürk’ün “yurt dışında bir tek er bırakmamalıyız, anayurdu savunmalıyız” dediği o günlerde Enver Paşa İran’daki, Azerbaycan’daki orduların zafer haberlerini bekliyor, Hindistan’a sefer yapmayı planlıyordu.
Demem o ki, Atatürk’ü müfredattan çıkarmak yerine, çocuklarımıza, Atatürk gibi vatansever olmayı, onun gibi eleştirel, akılcı ve gerçekçi hareket etmeyi öğretmeliyiz.

(Öneri: Atatürk’ün 20 ve 24 Eylül 1917 raporları hakkında Kerem Çalışkan’ın “Atatürk’ün İsyan Muhtırası” adlı önemli kitabını öneririm.)