Kadınların bugün sahneden, yarın okuldan, öbür gün işten, gelecek yıl sokaktan, birkaç yıl sonra hayattan dışlanmamaları için laik Cumhuriyete sıkı sıkıya sarılmaları gerekir...

Yarın 10 Nisan 2018... Tam 90 yıl önce, 10 Nisan 1928’de “Devletin dini İslamdır” maddesi anayasadan çıkarılarak anayasa laikleştirildi. Devletin laikleşmesi her şeyden önce kadının özgürleşmesini sağladı. Türkiye’de yüzyıllardır dinsel gerekçelerle kadın üzerinde kurulan erkek baskısı laiklikle kırıldı. Böylece yüzyıllardır toplumdan dışlanan, kendi içine ve evine kapatılan kadın, sosyal ve siyasal haklara sahip oldu. Laiklikle kadının özgürleşmesi, en çok da dini kullanarak kadını esir, köle, cariye olarak ezmeye alışmış bağnaz erkekleri rahatsız etti. Görülen o ki bu ülkede “bağnaz erkek rahatsızlığı” halen devam ediyor.

OSMANLI’DA TÜRK KADINININ SAHNEYE ÇIKMASI YASAKTI

Geçtiğimiz hafta, TBMM’nin Çanakkale şehitlerini anma etkinliğinde, Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın kadın oyuncuları sahneden indirmesini konuştuk. İsmail Kahraman, 2016 yılında da “Yeni anayasada laiklik olmamalı” diyerek tartışma yaratmıştı. Kahraman’ın, Atatürk’le ve onun kurduğu laik, çağdaş Cumhuriyetle kavgalı olduğu çok açık...
Ne acıdır ki, sahneye çıkışından tam 99 yıl sonra Türk kadını sahneden indirilmek istendi.
Türkiye’nin nereden nereye geldiğini görmek için en iyisi her şeyi en başından anlatayım.
Osmanlı’da 27 Ekim 1914’te tiyatro ve müzik bölümlerine sahip Darülbedayi Osmani (Osmanlı Harikalar/Güzellikler Evi) kuruldu. Darülbedayi, 1916’da tiyatro etkinliklerine başladı.
Osmanlı’da Müslüman kadınların sahneye çıkması yasaktı. 19. yüzyılın sonlarında kurulan bazı tiyatrolarda kadın rolleri ya Müslüman olmayan kadınlarca ya da kadın kılığına girmiş erkeklerce (zenne) oynanırdı.
1914’te Darülbedayi Müdürlüğü’ne getirilen Fransız A. Antonie, Türk kadınlarının sahneye çıkma yasağı konusunda ne düşündüğünü soran gazetecilere şöyle cevap vermişti: “İlk kadın oyuncuları Musevi hanım kızlardan yetiştireceğiz. Halep’ten ve Suriye’den getireceğiz. Bunlara dans, müzik, diksiyon dersleri verilecektir.” (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, 16. Bas., s. 470.)

10 Kasım 1918’de Darülbedayi’ye ilk defa Müslüman Türk kızları; Afife, Behire, Memduha, Beyza ve Refika öğrenci olarak alındı. 13 Nisan 1919’da Darülbedayi’nin kadın oyuncularından Afife Jale, Hüseyin Suat’ın “Yamalar” adlı oyununda, Kadıköy Apollon Tiyatrosu’nda ilk kez sahneye çıktı. O ilk geceyi Afife Jale şöyle anlatıyor: “Hayatımda mesut olduğum ilk gece... Sanatın, ruhuma verdiği güzel sarhoşluk içinde idim... Taşkın bir saadetle ağladım. Sahiden ağladım... Alkış, alkış, alkış... Perde kapandı; açıldı, bana çiçekler getirdiler...”
Afife Jale’nin sahneye çıkmasından cesaret alan Seniye, Mebrure, Leman, Huriye, Hikmet ve Ruhat hanımlar da değişik kentlerde sahneye çıktılar. Ayrıca Afife Hanım ile Şaziye Hanım Ferah Tiyatrosu’nda birlikte sahneye çıktılar.

Müslüman Türk kadınının sahneye çıkması tartışma yarattı. Tutucu çevreler ve Şeyhülislamlık “din elden gitti” diye kıyameti kopardı. Afife Jale’nin sahneye çıkması üzerine Osmanlı Dahiliye Nezareti, Darülbedayi’nin ödeneğini kesti. (Seda Bayındır Uluskan, Atatürk’ün Sosyal ve Kültürel Politikaları, s. 433,434.) Dahiliye Nezareti, 27 Şubat 1921’de Müslüman Türk kızlarının sahneye çıkarılmasının kesinlikle yasak olduğunu emreden bir bildiri yayımladı. Afife Jale birçok defa zabıtalar tarafından sahneden alınıp karakola götürüldü.
Bu yasağı delip Türk kadınını sahneye çıkaracak kişi ise Atatürk’tü.

Sahneye çıkan ilk Müslüman Türk kadını Afife Jale Sahneye çıkan ilk Müslüman Türk kadını Afife Jale


ATATÜRK TÜRK KADININI SAHNEYE ÇIKARDI

Atatürk, daha Cumhuriyet ilan edilmeden önce, 12 Temmuz 1923’te İzmir’de Darülbedayi sanatçılarını kabul etti. Onlarla sohbet etti ve oyunlarını izledi. Atatürk kendisini ziyarete gelen Darülbedayi sanatçıları arasında Bedia Muvahhit, Ulviye ve Behire hanımların da bulunmasından dolayı çok sevindiğini belirterek sanatçıları tebrik edip şöyle dedi: “Türk hanımlarıyla birlikte geldiğinize pek memnun oldum. Onları güzel şiveleriyle sahnede dinlemek pek zevkli olacak... Darülbedayi bu memleketin sanat hayatında çok sevimli ve çok sevilen bir çiçektir. Türk hanımlarının katılmasıyla bu çiçek daha serpilecek, daha sevimli bir hale gelecektir.” (Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, 3. Kitap, 2. Bölüm, s. 140.) Atatürk, heyetin başındaki Ahmet Refet Muvahhit’e, “Senin karın neden sahneye çıkmıyor?” diye sordu. Nefesler tutulmuştu ki, Atatürk şöyle devam etti: “Eşini Ateşten Gömlek filminde seyrettim. Çok başarılı buldum. (Bu filmde Bedia Muvahhit ve Münire Hanım rol almıştı.) Temsile geldiğimde bir Türk kadınını sahnede görmek isterim.”
1923’te Atatürk’ün verdiği cesaret ve güvenceyle Bedia Muvahhit ve Neyyire Neyir Hanım “Othello”, Nazire Sedat Hanım da “Balo Kaçakları” adlı müzikli oyunla sahneye çıktılar. Cumhuriyetin daha ilk yıllarında sahneler kadın sanatçılarla doldu. (Uluskan, s. 422, 423, 434).

Atatürk Cumhuriyeti, Türk kadınını yüzyıllardır devam eden esaretten kurtardı. Türk kadınının en büyük güvencesi laik Cumhuriyettir. Atatürk Cumhuriyeti, Türk kadınını yüzyıllardır devam eden esaretten kurtardı. Türk kadınının en büyük güvencesi laik Cumhuriyettir.


BİR CUMHURİYET SANATÇISI: BEDİA MUVAHHİT

1923’te Bedia Muvahhit’in sahneye çıktığı o temsili, Atatürk de seyretti. Temsil bittiğinde, İzmir’in kurtuluşu sonrasında yangın yerine dönen şehrin külleri ve yıkıntıları arasından sahneye yürüdü. “İstediğimi yaptın kızım, teşekkür ederim. Fakat bu böyle kalmasın. Bütün İzmir’in etrafını dolaş...” dedi.
Bedia Muvahhit, Atatürk’ün isteğini yerine getirdi. Sahneye çıktı, turneler yaptı. O kadar başarılı oldu ki yurtdışına bile davet edildi. 1930’da Türkiye’ye gelen Yunan tiyatro heyetinin Odeon Tiyatrosu’nda sahnelediği Othello oyununda Bedia Muvahhit konuk oyuncu olarak yer aldı. Desdemona’yı, üstelik Yunanca oynadı. Ayakta alkışlandı. Ertesi yıl Başbakan İsmet İnönü’nün Yunanistan ziyareti sırasında ona eşlik eden heyette yer aldı. Türk kadın tiyatrocu, Yunanistan’da büyük ilgi gördü; başbakan ve cumhurbaşkanı tarafından ağırlandı. Bedia Muvahhit bu geziyle ilgili olarak, “Ben orada milletimin kadınını, milletimin tiyatrosunu anlatmaya çalıştım. Eğer başarılı olabildimse benim için en tükenmez bir şereftir” dedi. (Gökhan Akçura, Bedia Muvahhit, Bir Cumhuriyet Sanatçısı, s. 61.)

Atatürk, Anadolu’da gecikmiş bir Rönesans başlatmak istiyordu. Bunun için sanatçılardan istekleri vardı. 10 Haziran 1926’da Bursa’da temsiller veren sanatçıları kabulünde onlara şöyle dedi: “Sizleri çok takdir ederim. İnkılabımızda sizin de mühim hizmetleriniz vardır... Sizin vatana en büyük hizmetiniz Anadolu’muzu baştanbaşa dolaşıp halkımıza sanatın ne olduğunu anlatmanız olacaktır. Turnelerinize düzenli olarak devam ediniz.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, s.258.)
Atatürk’ün de özel isteğiyle Darülbedayi (İstanbul Şehir Tiyatroları), Anadolu turnelerinin sayısını artırdı. Kadınlı erkekli Darülbedayi sanatçıları, 1923-1942 arasında Ege bölgesinde 36, Karadeniz’de 23, Marmara’da 9, Akdeniz’de 18, İç Anadolu’da 25 ve Doğu Anadolu’da 23 turne olmak üzere toplam 134 turne yaptılar. Darülbedayi, 1930’da Anadolu’da 182 günde tam 191 piyes oynadı. (Uluskan, s. 435, 438.)

Tablo şu: İlk Meclis Başkanı Atatürk, tam 95 yıl önce kadın sanatçıları sahneye çıkardı. 95 yıl sonra bugün, son Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın kadın sanatçıları sahneden indirmesini konuşuyoruz. Kadınların bugün sahneden, yarın okuldan, öbür gün işten, gelecek yıl sokaktan, birkaç yıl sonra hayattan dışlanmamaları için laik Cumhuriyete sıkı sıkıya sarılmaları gerekir.

Bir Cumhuriyet sanatçısı Bedia Muvahhit Bir Cumhuriyet sanatçısı Bedia Muvahhit

Sizin kendinize mi güveniniz yok, Türk kadınının faziletine mi?


1920’lerde Birinci TBMM’de çok sayıda milletvekili kadın erkek eşitliğine karşıydı. Bunlar, her fırsatta dini bahane ederek kadına saldırırlardı.
Daha önce de yazmıştım: Atatürk 1921’de Sakarya Savaşı öncesinde Ankara’da birkaç kadın öğretmenin de katıldığı bir maarif kongresi düzenledi. Kadın öğretmenler ön sıralarda oturmuş, arada birkaç sıra boşluk bırakılmış, arkalarda da erkek öğretmenler oturmuştu. Buna rağmen bazı sarıklı milletvekilleri, “Bu ne demek? Müslüman kadın nasıl erkekle bir arada toplantı yapabilir? Rezalettir bu!” diyerek kongreyi düzenleyen Öğretmenler Birliği Başkanı Mazhar Müfit’i Atatürk’e şikayet etti. Atatürk, Mazhar Müfit’i çağırıp ona -sarıklıları hayrete düşürecek biçimde- “Neden kadınlarla erkekleri ayrı sıralarda oturttunuz? Neden?” diye sordu. Sonra da kadınlarla-erkeklerin aynı salonda bulunmasından rahatsız olan sarıklıların gözlerinin içine bakarak şöyle dedi: “Sizin kendinize mi itimadınız yok, yoksa Türk kadınının faziletine mi? Bir daha böyle ayrılık gayrılık görmeyeyim. Anladınız mı?” (İsmet Kür, Anılarıyla Atatürk, s. 34,35.)

Atatürk, “Neden sinemada hiç kadın yok?” diye sordu


Osmanlı’da kadınla erkeğin bir arada olması yasaktı. Kadınla erkeği birbirinden uzak tutmak için fermanlar çıkarılmış, kanunlar yayınlanmıştı. Tramvaylarda, vapurlarda kadınlar kendilerine özel perde çekilmiş bölümlerde otururdu. 1912’de Gülhane Parkı açıldığında kadınların parka girip giremeyecekleri bile tartışılmıştı. Sonunda kadınların kendilerine ayrılan günde parka girmelerine izin verilmişti. Birinci Dünya Savaşı sırasında Merkez Komutanlığı, moda kadın kıyafetlerini, sokaklarda kadınların erkeklerle birlikte görünmelerini ve peçeli ancak yüzü açık bir kadın portresini yasaklamıştı. (Berkes, s. 470.) 1918’de yayımlanan bir tebliğde şöyle deniliyordu: “Kadın çarşafları eteklerinin aşık kemiğine vuracak hizadan kısa olmaması gerekir. Bu emri dinlemeyenler merkez komutanlığına götürülüp cezalandırılacaktır.” 1924’te, Ahmet Ağaoğlu’nun kızı Süreyya Hanım ve arkadaşlarının öğle yemeği için yalnız başlarına İstanbul Lokantası’na gitmeleri bile sorun olmuştu. (Süreyya Ağaoğlu, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 40-42.) 1925’te bazı Darülfünun öğrencilerinin kızlı-erkekli İspilandit Oteli’nde dans etmeleri günlerce eleştirilmişti.

Osmanlı’da önceleri Müslüman kadının sadece sahneye çıkması değil, tiyatroya ve sinemaya gitmesi de yasaktı. Lord Kinross’un ifadesiyle “Kadınların tiyatroya gitmesine izin verildikten sonra bile ‘hanımlara mahsus belirli günler’ yapılmıştı.” (Lord Kinross, Atatürk, 12. Bas., s. 487) Kadınlar sadece tiyatroya değil, sinemaya da ancak belirli günlerde gidebiliyordu.
Bütün bu yasaklara Atatürk son verdi.
1924 yılının ilk günleriydi.
Atatürk ve eşi Latife Hanım İzmir’de sinemaya gittiler.
Gazi’nin sinemaya geleceğini duyan İzmirliler Cemil Bey’in sinemasına giden yolları, ara sokakları doldurmuştu. Pencerelerden, balkonlardan sarkanlar vardı.
Cemil Bey, Atatürk’ü ve eşini sinemanın kapısında karşıladı. Birlikte locaya çıktılar. Atatürk locadan aşağıya baktığında salonda yalnızca erkeklerin olduğunu gördü.
“Cemil, neden hiç kadın yok?” diye sordu.
Cemil Bey, “Paşam, kadınlara yalnız salı günleri film gösteriyoruz” dedi.
Atatürk yaverini çağırdı.
“Film seyretmek isteyen hanımları içeri alsınlar” dedi.
Kısa süre sonra salona çok sayıda kadın girdi. Hanımlar minnetle, şükranla Gazi’yi alkışladılar. (Nazmi Kal, Atatürk’le Yaşadıklarını Anlattılar, s. 94 vd.) İşte o günden beri Türkiye’de sinemalarda kadınlarla erkekler birlikte film seyrediyorlar.

Kadınların muayene edilmesine karşı çıkan milletvekilleri


1921’de Bolu Milletvekili Fuat Bey, meclise frenginin önlenmesiyle ilgili bir kanun teklifi sundu. Teklifte, çiftlerin evlenmeden önce doktor muayenesinden geçmesi isteniyordu. Genç kızların da muayene edileceği söylendiğinde mecliste tartışma çıktı. Niğde Milletvekili Hilmi Efendi, “Böyle bir kanun çıkarmak günahtır!” dedi. Yozgat Milletvekili Hulusi Efendi, kadının muayene edilmesinin “şeriata uygun olmadığını” söyledi. Bunun üzerine Bursa Milletvekili Emin Bey, kadınların sadece boyunlarının, boğazlarının ve dirseklerinin muayene edileceğini, büyütecek bir şey olmadığını söyleyince bir milletvekili, “Daha ne kaldı Emin Bey?” diye bağırdı. Yalvaçlı Ömer Vehbi Hoca da şunları söyledi: “Bulaşma ancak Allah’ın izniyle olabilir. Doktorların iddia ettikleri gibi insanların birbiriyle olan münasebet ve temaslarıyla Allah’ın izni olmadıkça hastalık bulaşmaz!” Bunun üzerine Operatör Emin Bey “Ben seni bir frengiliyle temasa geçireyim de gör frengiye yakalanır mısın yakalanmaz mısın!” dedi. Emin Bey, bu sözleri yüzünden bazı sarıklı milletvekilleri tarafından öldüresiye dövüldü. (Falih Rıfkı Atay, Atatürkçülük Nedir, s. 177.)

1921’de, üstelik Sakarya Savaşı günlerinde, TBMM’de kadınların peçeli olma zorunluluğu ve süslü giyinme yasağı tartışıldı.
Osmanlı’da 1831’de yapılan ilk nüfus sayımında sadece erkekler sayılmıştı. Aradan tam 92 yıl geçti, 1923’e gelindi. Ancak kadın düşmanı bağnaz erkek kafası değişmedi. 1923’te kadınların da sayılması teklifi mecliste reddedildi: Bolu Milletvekili Tunalı Hilmi Bey, “Savaşa katılan analar, erkeklerden daha çoktu... Sizlerden analara, bacılara oy hakkı, seçme seçilme hakkı vermenizi istemiyorum, yalnızca sayılmalarını istiyorum” dedi. Eskişehir Milletvekili Emin Bey şöyle bağırdı: “Böyle düşünce olmaz, dinsel yasaya saygı göster, milletin duyarlılıklarıyla oynama.”     

1924 Anayasası hazırlanırken kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi teklifi de mecliste reddedildi: Recep Bey, bu kararı büyük bir coşkuyla alkışlayan milletvekillerini görünce büyük üzüntüye kapılarak, “Bu hakları kadınlarımıza vermiyorsunuz, bari alkışlamayınız” dedi.
Gerçekçi olalım: Atatürk olmasa, 1920’lerde, 1930’larda Türkiye’de ne herhangi bir devrim yapılırdı, ne de kadınlara dişe dokunur bir hak verilirdi. Kim ne derse desin! Laik, çağdaş Cumhuriyet Atatürk’ün eseridir. Bu eseri korumak ise kadın-erkek hepimizin milli görevidir.

sozcu-banner-1