Başlıktan hiçbir şey anlamadınız biliyorum.
Biraz sabredin, açıklayacağım.
Benim doğduğum topraklarda, patatese kartol derler.
Çocukluk, ilk gençlik ve üniversite yıllarımın bütün yazları, buğday, arpa ve kartol tarlalarında geçti.
Ne ekimde ne hasatta kullanacak modern araçlarımız vardı.
Her aşaması öküzdü, tırpandı, dirgendi, el tırmığıydı, kotandı, kürekti.
Emekti, alın teriydi yani.
Tarlamızın ve soframızın vazgeçilmezi idi kartol.
O yüzden yakın ilgi isterdi ve göz önüne (evin yanındaki tarlalara) ekilirdi.
Öküzlerin koşulduğu kotan (büyük sapan) ile kartol ekmişliğim çoktur.
Bir çocuk öküzleri çeker, bir kişi kotanı dik ve dengede tutarak “hagos” denilen kanalı açar, başka biri arkadan gelip belli aralıklarla tohumları o kanala bırakırdı.
Hagos açılırken çıkan toprak bir önceki hagostaki tohumların üstünü kapatırdı.
Öküzleri çekmekten sapanı tutmaya terfi etmek, çocuklar için büyüme, genç olma anlamına gelirdi. Sapanı tutmaya terfi edip, öküzleri çeken çocuk bir önceki hagostan uzaklaşınca “hagosa gel” diye bağırmanın gururla karışık keyfini bir bilseniz!
Tohumlar filizlendikten, fideye dönüştükten sonra ilk iş çapadır.
Amacı fidenin etrafındaki toprağı yumuşatmak ve yabani otları temizlemektir.
O koca tarlaları çapalarken ilk gün avuç içlerimiz su toplar, son güne geldiğimizde yaralarımız sertleşip adeta nasırlaşır, ellerimizdeki acı yerini omuzlarımızdaki, bacaklarımızdaki derin sızıya bırakırdı.
Fideler boy atınca ikinci çapa yapılırdı. Bu kez, toprak yumuşak olduğundan iş biraz daha kolay olurdu. Toprağı, fidenin boğazına (sağına soluna) doğru toplar, iki fide sırası arasındaki hagosu su kanalına çevirirdik.
Kartol sulamak bütün günü alan bir işti:
Her kanala, toprağı aşındırmayacak şekilde azar azar su akıtmak, dakikalarca hagosun suyla dolmasını beklemek, o hagos dolduktan sonra yandakine geçmek...
Suyun kanallara dolmasını beklerken ıslak toprağa  sapladığım küreğin sapına yaslanıp çok hayaller kurmuşumdur.
Fideler salınıp beyaz ve eflatun çiçekler açtı mı kartol tarlaları yeşil zemin üzerine yapılmış yağlı boya tablo gibi dururdu. Bakmaya doyamazdım. Empresyonist ressamlardan bu kadar çok etkilenmemi o tarlalara bağlarım hep.
Eylül geldi mi hasat zamanıdır.
O tek tek bırakılan tohumlardan boy veren kartol çalıları yine tek tek sökülürdü.
Bir kişi eliyle çeker, diğeri kürekle toprak içindeki kartolları dışarı doğru iterdi. Ardından kuyuyu iyice genişletilirdi ki geride bir şey kalmasın.
Hasat kaldırıldıktan, tarla çıplak toprak örtüsünü giydikten sonra çocuklar girerdi devreye.
İşin finalinde “uralama” günleri başlardı.
Toprakta gizli saklı kalan kartolları toplama işine denirdi uralama.
Hasılat doğrudan onlara kaldığı için çocuklar için çok kıymetli bir işti.
Bazı arkadaşlarımız bir çuval kartol uralayıp, parası ile kırtasiye ihtiyaçlarını karşılardı.
Türkiye’nin kartol ithal edeceği, ithalat vergisini sıfırladığı haberini okuyunca, “demek ki kartol işi artık ciddi bir iştir” dedim ve yazmayı planladığım diğer konuları bir kenara bıraktım.
Geçmişte badvallara (yer altı deposu) doldurup bir kış yediğimiz, artanı da köylere sattığımız, hatta bazen samanla takas ettiğimiz kartolun bugün ülke dışından satın alınır hale gelmesi, sıradan bir olay değildir. Acizliktir, tarım politikalarında iflastır.
İçimden sorumlulara “hagosa gel” diye bağırmak geliyor.