İstanbul Valiliği’nin, İstanbul’da yaşayan Suriyelilere “20 Ağustos’a kadar kayıtlı olduğunuz illere dönün” çağrısı yaptığına dair haberin bildirimi telefonuma düştüğü sıralarda, bir simit ve üçgen peynir almaya çalışıyordum.
Özellikle “çalışıyordum” diyorum, çünkü mekandaki o güler yüzlü tezgahtar gençle iletişim kurmakta, O’na derdimi anlatmakta zorlanıyordum. Biraz dikkatli dinleyince Arap olduğunu anladım.
Mekanın, Ankara’daki Göç İdaresi İl Müdürlüğü’ne çok yakın olması belli ki işletme sahiplerini Arapça bilen birilerini çalıştırmaya yönlendirmişti.
Simidi alıp Kuğulu Park’ın karşısındaki sokakta ilerleyince, Göç İdaresi İl Müdürlüğü’nün önündeki büyük kalabalığın arasından geçtim. Adeta Birleşmiş Milletler kampüsü gibi, her milletten insan vardı.
Haliyle o sokaktaki dükkanların tabelaları değişmiş, biyometrik fotoğraf, vize desteği, seyahat sigortası, fotokopi hizmetleri veren dükkanlarda Arapça ve Farsça hakim olmuştu.
Binanın içindeki kalabalığın dışarıdakinden fazla olduğunu görünce, hem göçmenleri, hem onların işleriyle meşgul memurları kastederek gayri ihtiyari “Allah yardımcıları olsun” dedim.
Göçmen penceresinden bakınca, “insanın yerinden yurdundan uzaklaşmak zorunda kalmasından, yaban ellerde hayata tutunmaya çalışmasından daha zor ne olabilirdi ki?” diyorum. O nedenle de göçmenlerin temel insan haklarına ve bu konudaki evrensel hukuk kurallarına saygı duyulması gerektiğine inanıyorum.
Ancak, biliyorum ki bir de madalyonun öteki yüzü var.
Başlangıçta ekmeğini, pirincini, nohudunu, aldığı sağlık ve eğitim hizmetlerini göçmenlerle paylaşmaya itiraz etmeyen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, sayı arttıkça, süre uzadıkça duruma itiraz etmeye başladılar.
Paylaşılan ekmeğin, pirincin, nohudun miktarı azalıp, maliyeti arttı.
Vatandaşlara sunulan sağlık ve eğitim hizmetlerinden memnuniyet azaldıkça, Suriyelilerin bu hizmetlere kolayca erişimi göze batmaya başladı.
Göçmenlerin karıştığı asayiş olaylarıyla ilgili farkındalıklar da zirve yaptı. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasındaki suç oranı, göçmen nüfustaki suç oranının iki katı olduğu halde göçmenlerin karıştığı olaylara büyüteçle bakılır oldu.
İnsan bu gerçeklerle yüzleşince göçmenlere de vatandaşlara da hak veriyor.
Ancak, yine de vatandaşların hoşgörüsünün her geçen gün biraz daha azaldığı gerçeğini değiştiremiyor.
İnternet çağında, dünyada boy gösteren, yayılan birçok olumsuz akım, Türkiye’ye de sirayet edebiliyor. Ne yazık ki “Yabancı düşmanlığı” da bu akımlardan biri olarak karşımızda duruyor.
Biraz önce sıraladığım gerekçeleri hesaba katarsak, “yabancı düşmanlığı bizim kültürümüze uymaz” diyerek işin içinden çıkmaya çalışmak kolaycılık olur.
Bunun yerine bu tür akımları sınırından içeri sokmamak için akılcı, stratejik bir göç politikası oluşturmak gerekir.
Geçen haftaki görüşmemizde dikkatimi çekti: İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, son zamanlarda göç konusuna yoğunlaşmış.
Biraz geç kalındığını düşünmekle birlikte, başarılı olmasını ve milli bir mutabakatla, şeffaf, geniş katılımlı bir stratejiye öncülük edebilmesini umuyorum.
Aksi halde palyatif önlemler, sorunu ortadan kaldırmaz, sadece erteler, hatta büyütür.

Akar ne düşünüyor?


Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş, “30 Ağustos halkın genelini ilgilendiren bir bayram değil” demişti. Bu sözlerini “30 Ağustos’ta, 23 Nisan’da, 29 Ekim’de ya da dini bayramlardaki gibi bir ulaşım ihtiyacı oluşmuyor” mealinde cümlelerle açıklamaya çalıştı. Bu sözler, Aktaş’ın “milli bayram” kavramının ya da 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın önemini yeterince idrak etmediğini, meseleyi bir günlük gelir kaybına indirgediğini gösteriyor.
Çok merak ediyorum, büyük taarruzun ve şanlı zaferin kahramanlarıyla aynı üniformayı yıllarca giyen Milli Savunma Bakanı Hulisi Akar’ın Aktaş’a bir çift sözü var mıdır?
Aktaş’a da bu vesile ile yerel seçimlerden önce “devlet ve bayrak düşmanı” dediği Nazım Hikmet’in “Kuvayi Milliye Destanı” şiirini (özellikle de 26 Ağustos gecesini anlattığı 8. bapı) okumasını öneriyorum.