Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, cinsellikle ilgili mevzulara takmış görünüyor. Baksanıza;

Dünyada, ülkemizde, İslam aleminde bunca sorun varken, O kendisini Ramazan ayının ilk Cuma hutbesini insanların cinsel tercihlerine ayırmak zorunda hissediyor.

Dünyada, ülkemizde, İslam aleminde milyonlarca insan virüse yakalanmamak için, işini, aşını kaybetme pahasına eve kapanmış. Bir taraftan çıkmak için gün sayıyor, diğer taraftan umutlanacak, hayata tutunacak dal arıyor, O üniversite kampüslerindeki “yatak odasını anımsatan” manzaralardan dem vuruyor.

Dünyada, ülkemizde, İslam aleminde, iyi insanlar dili, dini, mezhebi, etnik kökeni, cinsel tercihi, yaşam biçimi ne olursa olsun bu zor günlerde sıkıntıdaki insanlara yardım edebilmek için kolları sıvamış, o ise insanların bir bölümünü tercihlerinden dolayı etiketleyip, başımıza gelen belalardan onları sorumlu tutuyor. Bununla da yetinmiyor, kendisi gibi düşünenlerin, etiketlediklerinden nefret etmesini, onlara kin duymasını bekliyor.

Dünyada, ülkemizde iki aydır, yüzlerce bilim adamı çıkmış virüsün ne olduğunu, nasıl yayıldığını, nasıl hasta ettiğini, nasıl tedavi edildiğini anlatıyor, O kalkmış virüsleri, virüslerin neden olduğu hastalıkları zinaya, cinsel tercihlere bağlıyor.

Cinsellikle ilgili mevzular hayatının bu kadar odağına yerleşmişse, her musibeti oraya bağlıyorsa işi gerçekten zor. Allah yardımcısı olsun!

★★★

Erbaş’ın söylediklerinin altında, daha önce de her felaketten sonra bazı aklı evvellerden işittiğimiz şu düşünce var:

“Eşcinseller, zina yapanlar, üniversite kampüslerinde yatak odası manzaraları yaratanlar nedeniyle yaradan bütün insanlığı cezalandırıyor.”

Peki iyi bir din adamı böyle bir anlayışı sahiplenebilir mi?

Ali Erbaş’tan “din adamı” kimliği ile farklı cinsel tercihleri “temel insan hakkı” olarak görüp, başkalarının özel yaşamına saygı göstermesini beklemiyor olabiliriz.

Ancak en azından iyi bir din adamı ise kendisinden “günah” olarak gördüğü her durumun/eylemin cezasının, o günahı işleyene kesileceğini bilmesini bekleyemez miyiz? İyi bir din adamının, bırakın böyle bir cümleyi kurmayı, duyduğunda şiddetle karşı çıkması gerekmez mi?

Zira “birinin günahları yüzünden bu dünyada insanlık cezalandırılıyor” düşüncesi gerçeği yansıtsaydı, (tüyü bitmemiş yetimin hakkını yiyerek zevki sefa içinde yaşayanları, katilleri, hırsızları, yolsuzları, insanlığa karşı suç işleyenleri bir kenara bırakın) sadece kul hakkı yiyenler yüzünden başımızın beladan kurtulmayacağını görürdük.

★★★

Evet, Atatürk’ten, Cumhuriyetin kazanımlarından pek haz etmediğini eylemleriyle bildiğimiz Erbaş’ın söyledikleri Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir cumhuriyet olduğu gerçeği ile bağdaşmıyor.

Ancak, ortada “din adamı” kimliği ve “inanç dünyası” açısından da sorunlu bir durum var:

Bir din adamı, tavassutla getirildiği işini kaybetmekten korkuyorsa, kendisini o göreve getirenlerin gözüne girmek ya da gözünden düşmemek için çaba harcıyorsa, devletin imkanlarıyla bindiği lüks aracı, pırıltılı makam odasını, kıyafetleri kaybetmek istemiyorsa, birilerinin kendine hizmet etmesinden, talimat vermekten zevk alıyorsa ve kul hakkı yenmesinden, hırsızlıktan, yolsuzluktan, haktan, hukuktan, adaletsizlikten, özgürlüklerden söz ettiğinde sahip olduğu bu “dünyevi güzellikleri” kaybetmekten endişe ediyorsa, kendisine çok dar bir hareket alanı bırakmış oluyor.

İşte o alan Allah’la inanan insan arasındaki alandır: Sıfatı ne olursa olsun ikinci bir insanın, bir zümrenin giremeyeceği bir alan.

Erbaş da geçen Cuma günü o alana girmiştir.

Keşke hutbe duyulduğunda ilk tepki din adamlarından gelseydi ya da Ankara Barosu’na tepki göstermekte bir an dahi gecikmeyen AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik’ten.

Keşke hepsi  birden “Başkan, o alandan çık, kimsenin cinsel tercihi, yaşam biçimi seni de bizi de ilgilendirmez” diyebilseydi.

Bu tartışmada unutmamamız gereken şudur:

Başka insanların yaşamını kendi inançları doğrultusunda şekillendirmek isteyen bir kişiye ya da zümreye karşı çıkıp, laik cumhuriyeti savunmak suç değil, bilakis haktır.