Tarihin şaşmaz vicdanıyla insanlar ve olaylar hakkında verdiği kararlar temyiz edilemez!

Bu nedenle hiç kimse “Ben tarihin şu veya bu kararını tanımıyor ve alternatif bir tarih oluşturuyorum” diyemez!

Son dönemlerde tarihin 33 yıllık hükümdarlığını “İstibdat Dönemi” olarak andığı Sultan II. Abdülhamit’i farklı bir çerçeveye yerleştirmeye, hele hele Cumhuriyet’imizin kurucusu Büyük Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün karşısına oturtup kıyaslamaya yeltenmek, beyhude gayretlerden öte gitmez.

Çünkü Atatürk, dehasıyla çağının en büyüğü olduğu gibi, düşüncelerini çağlar ötesine taşımayı başarmış eşsiz bir liderdir.

Yaşayan en büyük halkbilimcimiz, Cumhuriyet ile yaşıt değerli Prof. Dr. İlhan Başgöz’ün anılarını bir kez daha okuyun, siz de bana hak vereceksiniz

★★★

“Ben Cumhuriyet’le yaşıtım, size anlatacaklarım yalnız duyup işittiklerim, okuyup öğrendiklerim değil, aynı zamanda kendi hayat hikayem olacaktır:

Cumhuriyet, yedi büyük savaşın ardından kurulmuştur. 1856 Kırım, 1877 Osmanlı-Rus, 1892 Yunan, 1911 Trablus, 1912 Balkan, 1914-18 Birinci Dünya Savaşı, nihayet 1920-22 Kurtuluş Savaşı. Bu savaşlardan yalnız sonuncusu zaferle bitmiştir. Ama bu zafer, vatandaştan yalnız canını ve kanını istememiştir. Onun atını, arabasını, çorabını, kağnısını, keten bezini, pencere demirini alarak bu savaş kazanılmıştır. Birinci Dünya Savaşı’na niçin girdiğimizi bugün bile bilmiyoruz. Ama kardeşlerini bu savaşa kurban veren, Avşar kadını biliyor ve parmağını Alaman’a uzatıyor:

Mektup saldım da varmadı,

Tel vurdum aynı gelmedi,

Alamanya harbeylesin,

Gayri kardaşım kalmadı...

[caption id="attachment_5911664" align="alignnone" width="400"] Prof. Dr. İlhan Başgöz[/caption]

Savaş yılları Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomisini tümden harap etmiş, ekin tarlada çürümüş; toprak tohumsuz, evler erkeksiz kalmıştır. Kağnıya ve sabana koşulacak hayvan, çiftin sapına yapışacak erkek yokluğunda çifte, hayvan yerine kadınlar koşulmuştur.

★★★

Savaş yılları, Türk aydınlarının en yiğit, en idealist, en eğitimlilerini ölüme sürmüş, onlar geri gelmemiştir.

Birinci Dünya Savaşı’nın felaket tablolarından birini unutamıyorum. Bu tabloda Tarsus tren istasyonunda bir kadın görünür. Ordu, ‘Kanal Bozgunu’ndan dönmektedir. Çul çaput içinde, hasta, perişan, vagonlarda çuvallar gibi istif edilmiş, bir asker döküntüsü... Ak saçlı bir ana, yazması omzuna düşmüş, saçları darmadağın, bir vagondan ötekine koşarak feryat ediyor: ‘Mehmedimi gördünüz mü? Mehmedim nerede? Mehmedimi gördünüz mü?’ Falih Rıfkı Atay diyor ki: ‘Ana biz senin Mehmedini kumarda kaybettik!..’

Türkiye Cumhuriyeti’nin talihsizliği; çökmüş bir ekonomi ve harabeye dönmüş bir memleket üzerine kurulmasıdır. Büyüklüğü de bundandır.

★★★

16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan ayrılan Bandırma Vapuru bu çöküşü tersine çevirecek bir umudu taşıyordu. Bu umudun adı Mustafa Kemal Paşa’dır. Üçüncü Ordu Müfettişliği’ne tayin edilen Paşa İstanbul’dan ayrılıyordu. Yanında 12 kişiden oluşan Erkan-ı Harbiye’sinden başka kimse yoktu. Karadeniz’in azgın dalgaları ile sarsılan Bandırma Vapuru’nda Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarına şunları söylüyordu: ‘Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe, silah kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız maddedir! Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz, Anadolu’ya ne silah, ne cephane götürüyoruz; biz ideal ve iman götürüyoruz!..’

Bandırma Vapuru ile bu küçük grup 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktıklarında coşkuyla bir şarkı söylüyorlardı: ‘Güneş ufuktan şimdi doğar yürüyelim arkadaşlar...’

★★★

O tarihlerde, ufuktan güneşin doğacağına dair hiçbir işaret yoktur. Tersine memleket bir zifiri karanlıktır. Adana Fransızlar, Urfa, Maraş, Antep İngilizler tarafından işgal edilmiş, başkent İstanbul İtilaf Devletleri’nin işgalinde, Antalya ve Konya’da İtalyan birlikleri bulunuyor. Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri var. 15 Mayıs 1919’da Yunan birlikleri İzmir’e çıkmış; Batı Anadolu’nun verimli topraklarından memleketin kalbine doğru ilerlemekte.

Dahası var: Cumhuriyet, memleketin en önemli gelir kaynaklarını yabancı şirketlerin elinde bulmuştur. Demir yolları, limanlar, önemli tarım ve ticaret alanları, bayındırlık tesisleri, gümrük ve maliye gelirleri büyük Batılı şirketlerin elindedir. Türkiye Cumhuriyeti bu şirketleri birer birer satın almıştır.

İzmir-Aydın demir yolu 2 milyon İngiliz Poundu’na satın alınınca, öğretmenimiz ödev vermişti, sevincimizi dile getirmeliydik. Ortaokul öğrencisi idim, ödevimin başlığı ‘Demir yolumuz, bağımsızlık yolumuz’ idi. Tütün rejisi 4 milyon Frank’a satın alınınca bu sefer ayınkacılar bayram etmişti. Ayınkacı tütün yetiştiricisi demektir. Köylümüz yetiştirdiği tütünü eşeğine yükleyip, pazara indiremezdi. Tütün ille de bir yabancı tekele, bu tekelin biçtiği fiyattan satılacaktı. İndirse kaçakçı sayılıyor, ya hapse atılıyor veya tütün kolcuları ile çatışıyor ve vuruluyordu.

★★★

Cumhuriyet, savaşlardan çıkıp da ekonomik gelişmesine odaklandığında, 1930 Dünya Ekonomik Buhranı patlak verir. Buhranın Türkiye’ye etkisi, tarım ürünleri ve meyveyle sınırlı olan dışsatımı vurması olur. Buğdayın kilosu 15 kuruştan 3 kuruşa düşer. Köylü gelirinin bu kadar düştüğünü gören Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne şöyle bir teklifte bulunur: ‘Bizim maaşlarımızla halkın geliri arasında büyük bir fark ortaya çıktı. Bu Cumhuriyet idaremize yakışmaz. Benim maaşım dahil milletvekili maaşlarını yüzde elli azaltalım!..’

Teklif kabul edilir...



Cumhuriyet ilan edilince memlekette yatırıma harcanacak sermaye ve ekonomik hayatı idare edecek eğitilmiş insan yoktur. Bu nedenle Cumhuriyet ekonomik kalkınmayı devlet eliyle yapmaya karar vermiştir. Devlet sermayesi ile Etibank ve Sümerbank kurulmuş, vatandaştan birikimlerini bankaya yatırmaları istenmiştir. Devletine güvenen vatandaş da elinde avucunda ne varsa bankalara yatırmıştır.

Ben çamurdan yaptığım kumbarama her hafta babamın verdiği yüz paraları biriktirir, bankaya yatırırdım. Bu ekonomik kalkınma hamlesini bir yerli malı seferberliği izledi. Biz bayramlarda ziyaretçilerimize şeker ve çikolata yerine incir ve fındık ikram ettik. Çayı Kazova’nın kızıl üzümü ile içtik. Çünkü şeker dışardan satın alınıyordu.

★★★

Cumhuriyet yurdun doğusuyla batısını, güney ve kuzeyini demir yolları ile birleştirmek istemiştir. Bu bir milli savunma sorunu idi. Atatürk diyor ki; ‘700 kilometre demir yolumuz var, bir kilometresi bile bizim değil!..’ 1932 yılında ilk tren Gemerek’e ulaştığında ben istasyonda idim. Halkın tabiri ile kara treni, alkışlar ve yaşa var ol sesleri ile karşılamıştık.

Hoş bir fıkra var. İlk tren Erzurum’a varınca belediye başkanı nutuk veriyor; ‘Vatandaşlar, Cumhuriyet fabrikalar yaptı. Sanmam ki kâr edeler vallahi de zarar edirler, billahi de zarar edirler. Otobüsler aldı, yollar düzenledi, sanmam ki kâr ederler. Bunlar hep sizin içindir. Cumhuriyet ayağınıza kadar tren getirdi bundan sonra iki ayda gittiğimiz İstanbul’a üç günde varacağız’ deyince bir vatandaş sorar: ‘Peki biz geri kalan 57 günde ne yapacağız?..’

★★★

1929 yılından itibaren Cumhuriyet’le beraber iyili kötülü olayların içinde çalkalandım. Size söyleyeceklerimin bir kısmına ben tanık oldum. Bunların arasında beni çok etkileyen bir olay var. Mustafa Kemal Atatürk 1937 yılında Sivas Lisesi’nde benim bulunduğum sınıfa geldi. Atatürk adı etrafında oluşan efsanenin etkisindeyiz. Gözleri o kadar kuvvetli imiş ki gözlerine bakan çarpılırmış. İlkin korka korka, gözlerine bakıyoruz. Çarpılmadığımızı görünce o mavi gözlere 45 dakika doya doya baktık. Dersimiz hendese idi. (Yani geometri). Atatürk dişçinin kızı Saadet’i tahtaya kaldırdı. Geçen derste müselleslerin nasıl eşit sayılacağını okumuştuk. Saadet bunun için tahtaya iki müselles çizdi. Biz o vakit üçgene müselles derdik. Saadet müsellesin kenarlarına alfa, beta ve gamma harflerini koydu. Atatürk’ün birden kaşları çatıldı ve Saadet’e neden Yunan harfleri kullandığını sordu. Saadet, hocamız böyle yazdı, ben de onun için kullanıyorum deyiverdi. Matematik hocamız müdür Ömer Bey sınıfta idi. Atatürk aynı soruyu ona sorunca Ömer Bey topu bakanlığa attı. Bakanlık bir kitap göndermişti, onda bu harfler kullanılmıştı. Atatürk kitabı istedi o sayfayı buldu, yırtıp yere attı. Sonra gidip parmakları ile Yunan harflerini sildi yerine a, b, c yazdı. Bize dönüp; ‘Arkadaşlar Türk alfabesi matematik terimlerini de ifade etmeye yeterlidir’ dedi. Aradan bir hafta geçmeden a, b, c’li yeni kitabımız geldi. Atatürk dilin sadeleşmesine ve halkın, aydınların dilini anlamasına çok önem verirdi.

Cevat Dursunoğlu şunları yazdı: Mustafa Kemal Paşa Erzurum Kongresi’ne gitmektedir, yıl 1919. Ilıca Köyü’ne varınca bir ağacın altına oturup kahve içmek isterler. Kahveler içilirken yolda bir kağnı belirir. Pılı pırtı yüklü kağnıda iki de delikanlı oturmaktadır. Kağnıyı yetmişlik bir ihtiyar sürmektedir. İhtiyar çağrılır. Paşa sorar: ‘Baba nereden gelip, nereye gidiyorsun?’ İhtiyar: ‘Çukurova’dan gelirem, Erzurum’a gidirem.’ Paşa sormaya devam eder: ‘Baba Erzurum’da ortalık karışık, savaş tehlikesi var. Eşkıya tehlikesi var, niye gidiyorsun? Çukurova’da geçinemedin mi?’ İhtiyar Mevlut Dayı ‘O nasıl söz paşam, Çukurova verimli topraktır, insanı diksen yeşillenir. Bizim uşaklar da çalışkandır, bey gibi geçinip gidiyorduk. Ama duymuşam ki padişah Erzurum’u düşmana verecekmiş, gelmişem ki görim, kimin malını kime verir’ der. Paşa yanındakilere der ki ‘Arkadaşlar bu milletle başarılamayacak hiçbir iş yoktur...’

★★★

Size Atatürk’lü yıllardan unutamadığım bir olayı daha anlatacağım:

1930’lu yılların başında sanıyorum, Atatürk, gece geç vakit Mısır Büyükelçiliği’ni ziyaret eder. Sabaha kadar yenir, içilir, eğlenilir. Güneş doğarken Atatürk, Mısır elçisini balkona çağırır ve şunları söyler: ‘Buradan güneşin doğuşunu nasıl görüyorsam, esir milletlerin de birer birer kurtulacaklarını ve bağımsızlıklarını elde edeceklerini öyle görüyorum...’ Atatürk’lü Cumhuriyet her zaman müstemlekecilere karşıt, küçük devletlerden yana, onurlu bir politika uygulamıştır. Cezayirli gençler Fransız müstemlekecilere karşı kanlı bir savaş verirken, ellerinde Mustafa Kemal’in resmini taşıyorlardı.

Hindistan bağımsızlığının büyük lideri Gandi, İngiliz Parlamentosu’nda şöyle konuşuyordu: ‘Haydi beni tutuklayın, ama tutuklamakla iş bitmiyor. İşte Türkler kendi cenaze törenleri için hazırlanan tabutu istilacıların başında parçaladı.’ Pakistan’ın ilk Cumhurbaşkanı Muhammed Ali Cinnah 30 Ağustos zaferimiz üzerine şöyle diyecekti: ‘Bu zafer bütün esir milletlerin zaferidir...’

★★★

Değerli dinleyicilerim ben yüz yaşına yaklaşmış bir faniyim. Öyle zannediyorum ki İngilizce, Türkçe, Fransızca kitaplarım, makalelerim ve Amerika’da, Norveç’te, Rusya’da, İngiltere’de, İran’da ve Türkiye’nin birçok kentinde yaptığım konuşmalarımla, bu kadar güçlüklerle bana emanet edildiğine inandığım Cumhuriyet’e karşı görevimi yaptım.

Genç arkadaşlarım, Atatürk Cumhuriyeti özellikle sizlere emanet etmiştir. Onu çağdaş ve gelişmiş memleketlerin daha yücesine çıkarmak sizin çalışmalarınıza ve gayretinize bakıyor. Bu görevi başaracağınıza ben inanıyorum.”

★★★

Sevgili okurlarım,

Bu muhteşem metni, yaşayan en büyük halk bilimcimiz olarak kabul edilen, Cumhuriyetimizle yaşıt Prof. Dr. İlhan Başgöz’ün 19 Mayıs 1919’un 100’üncü yıl dönümü nedeniyle hazırladığı konuşma notlarından alıntıladım.

Siz de çevrenize okutun, kesip saklayın ve sosyal medyada ulaşabildiğiniz herkesle paylaşın.

Çünkü kurtuluş ve kuruluş bundan daha güzel anlatılamaz...