Dârülharp, klasik kaynaklarda “küfür yönetiminin hâkim olduğu ülke” veya “kâfir liderin emir ve idaresinin yürürlükte olduğu ülke” şeklinde tarif edilir. Bu duruma göre Müslüman siyasal zihnin hakimiyetinin dışında kalan her ülke dârülharptir. Gelenekteki bu tanımı anlayabilmek için öncelikle şu tespitleri yapmak gerekir: Eski dünyada yönetim şekillerini din belirlemiştir. Toplumların kendi içlerinde veya ötekilerle yaptıkları kavgaların temelinde de dinlerin etkisi vardır. Eski dünyada savaş olmayan zaman dilimi yok denecek kadar azdır; bundan dolayı Arap geleneğinde “haram aylar” oluşturulmuştur. Bu toplumsal mutabakatı İslam devam ettirir. Eski dünyada din değişimlerinin, bireyin tercihli geçişinden ziyade, iktidarı elinde bulunduranların güçlerinden kaynaklı olduğu görülür. İlim, iktidar ve güç kimin tekelinde ise o anlayış topluma rengini verir. Elbette istisnalar olacaktır bu da kaideyi bozmaz. Dört halife dönemi (ki, iktidar kavgaları bu dönemde başlar) “Mihne” hadisesinin yaşandığı Abbasiler dönemi ve sonraki süreçler din-iktidar kavgalarının iç içe geçmiş örnekleriyle doludur.

DİNLERİN SİYASİ İKTİDARI

Yukarıda söylediğim, skolastik düşüncenin ve feodalitenin güçlendiği orta çağ Avrupası için de geçerli; Hristiyan devletler hem kendi içlerinde hem de diğer devletlerle sürekli savaş halindeler. Örgütlü yapı kilise, bir ülkenin tümünü aforoz etme yetkisine sahip; tam da bu noktada, endüljans (cennet vaadi) ya da aforoz (dinden çıkarma) ne ise tekfir (kafir ilan etme) ya da darülharp (harp ülkesi) o zeminde düşünülmelidir. Yani dinsel düşünce içinde gelişmiş siyasi ve hukuki kavramlardır. Dini toplulukların yekdiğeri üzerinden kendini var kılma veya meşru kılma biçimi de denilebilir. Dolayısıyla Müslüman fıkıhçıların yaklaşımıyla, bir ülke sadece fethedilerek değil, İslam hukuk düzeninin uygulanmasıyla dârülislama dönüşür. Eğer darülharp söz konusu ise suçların cezası rafa kaldırılır. Bazı İslam hukukçularına göre adam öldürme, hırsızlık, zina, içki içmek gibi haramlar, toplum düzenini sağlamak amacıyla konulmuş dünyevî cezalar olarak görüldüğü için, ülke İslam değilse cezadaki müeyyide geçersiz olur. Bu durum faiz konusunda da geçerlidir; gayri Müslimlerle yapılacak işlerde faiz haram olmaktan çıkar. Demem o ki, sevap ve günah din-siyaset ilişkisinde ve iktidar kavgalarında “hile-i şer’iyye” kılığına bürünür. Keza devletin arazilerinin Sultan’ın malı olarak görülmesi, yöneticinin sınırsız biçimde tasarruf sahibi olması da aynı cümledendir.

AKSİNİ SÖYLEMEK ALLAH’A İFTİRADIR

Yukarıda kısaca özetlediğim hususlar bizi şu sonuca götürür: Eski dünyanın dinle iç içe geçmiş kavramlarını Müslüman entelijansiya masaya yatırmak zorundadır.  Kur’an-ı Kerim, bir hukuk kitabı değildir. Muamelatla ilgili ayetleri okuduğumuzda, ayet sonu “Allah bağışlayıcıdır, umulur ki tövbe edersiniz” şeklinde biter. Ya da kısas ayetinde olduğu gibi “Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez.” (Şura/40) şeklindedir. Kur’an’da toplumsal olgular Allah ile kul arasındaki ilişkide ahlaki bir zemine taşınır ve uyarıcı ifadeler kullanılır. Oysa hukuk metinleri, suçların kesin tanımlarını yapar ve cezalarını ortaya koyar. Hz. Muhammed’in kurmak istediği toplum ahlaki bir toplumdur, döneminde oluşturulmuş bir kadı sistemi yoktur. Fıkıh metinleri, Peygamber’den yıllar sonra oluşturulmuştur. Bir diğer husus, eski dünya düzeninde kanun kişilerdi. Dinler, var oldukları düzen/sistem içinden mesajlarını verdiler.  Zaman ve tecrübeler gösterdi ki, dindar olsun ya da olmasın, kişiler, kanunların üzerindeyse yıkım kaçınılmaz. Bugün artık itaatteki ulu-l emrin, kişiler olarak değil hukuk olarak okunması gerekir. Emir sahipleri (ulu-l emre) hukukun dışına çıktıklarında, inançlı olsun ya da olmasın, itaat edilmez. Hile-i şer’iyye etrafında dolananların fetvaları ise dinsel düşünme biçiminde işe yarasa da günümüzde itibar görmez. “İslam güzel ahlaktır” diyen son din İslam ile hiç örtüşmez. Dolayısıyla kamu malına dokunana, kul hakkı yiyene, rüşvet alıp verene, haksızlık yapana, yolsuza, hırsıza, arsıza, ahlaksıza itaat şurada dursun, olup-bitene göz yumulmasını dahi ne din ne ahlak ne hukuk onaylar; aksini söylemek Allah’a iftiradır.

(Prof. Dr. İskender Öksüz ile “Milliyetçilik nedir, ne değildir; Atatürk milliyetçiliğinden ne anlamalıyız?” konulu sohbet, Çarşamba, saat 16.00’da, “Ayşe Sucu ile İnsana Dair” programı ABBTV’de)