Sosyal devlete dayalı laik demokrasinin seçilmiş hükümet tarafından askıya alındığını söyleyen Murat Somer, “Türkiye’nin benzer otoriterleşme süreçlerini yaşamış olan ülkelerden ayrıştığı nokta, toplumun büyük kesiminin doğruları söylemeye, iktidarı eleştirmeye devam etmesidir” dedi.

Bir yanda Türkiye için de riskler taşıyan Ukrayna-Rusya savaşı bütün hızıyla devam ediyor, diğer yanda ülke içinde siyasi ve ekonomik krizler sürüyor. İyi bir haber, bizi gülümsetecek bir neden arıyoruz hepimiz ama nereye baksak sıkıntı, üzüntü, çözümsüzlük.  Türkiye, içerde buhrana dönüşen ekonomik kriz yanında yakın geleceğimizi, hatta torunlarımızın geleceğini ilgilendiren hangi büyük siyasi sorunları çözmek zorunda? Merak ettiğimiz ve gerçekten çok deneyimli uzmanlar tarafından analiz edilmesi ve iyi anlaşılması gereken birçok olay, birçok konu ve soru var. Bu konuları Koç Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyesi Prof. Dr Murat Somer ile konuştum.

Prof. Dr. Murat Somer, 2010-2011 yılları arasında ABD’nin Princeton Üniversitesi’nde konuk akademisyen, 2016-2017 yılları arasın-da Harvard Üniversitesi’nde akademisyen olarak çalışmıştır. Halen Uluslararası Politik Ekonomi, Karşılaştırmalı Politika, 21’inci Yüzyılda Otoriterlik ve Demokrasi, Dünyada Din ve Laiklik konularında lisans ve lisansüstü dersler vermektedir. Somer, 2009’da “Dindar ve Laik Elit Değerleri” araştırmasıyla Sakıp Sabancı Uluslararası Araştırma Ödülü’nü, 2015’te Milada Dönüş kitabıyla Sedat Simavi Ödülü’nü kazanmıştır.


■ 21’inci yüzyılda otoriterlik ve demokrasi konusunda dersler veriyorsunuz. Bizde de şu anda otoriter bir rejim olduğu için hiç kimsenin itirazına bakmadan her konuda kendi istedikleri gibi karar verilmiyor mu?

Ben “rejim” terimini kullanmıyorum, Türkiye’nin meşru rejimi sosyal devlete dayalı laik demokrasidir. Anayasa’da yazılı olan meşru rejimimiz şu anda seçilmiş hükümet tarafından askıya alınmış durumda ve uygulanmıyor. Uygulamayanlar hukuka aykırı davranıyorlar ve meşruiyetlerini kaybediyorlar.

■ Sadece seçimlerin yapılması da o ülkede demokrasinin olduğunu göstermiyor değil mi?

Hayır, göstermez. Şu anda bizim seçimlerimiz özgür ve adil değil. En son sunulmuş olan Seçim Kanunu’ndaki değişiklikler mevcut durumu daha da tehlikeye sokuyor. Hem seçim mühendisliği, hem de seçmen listelerinin oluşturulması, oyların kullanılması, sayılması ve ilan edilmesi aşamalarında anti demokratik müdahalelere kapı açan değişiklikler.

■ “En kıdemli hakimlerin yerine kurayla seçilecek birinci derece hakimlerinin gelmesi” değişikliği gibi mi?

Elbette, çünkü bunun yapılması için hiçbir meşru gerekçe yok, yani bundan dolayı çıkmış olan herhangi bir sorun yok bizim seçimlerimizde. Başka nedenlerle çıkmış olan birçok sorun var, bu sorunlara bir çözüm getirilmiyor. Örneğin parmak boyası en pratik ve önemli, uygulanabilecek bir önlemdir şu anda Türkiye’de, bu hiçbir şekilde gündeme getirilmiyor. Bunun yerine sistemin gayet güzel işleyen bir safhası; kıdemli hakimler yerine birinci sınıf hakimler getiriliyor ve bu kura yöntemi her türlü manipülasyona açık. Bunlar iktidara 10-20 sandalye daha fazla sağlayabilmek için yapılmış olan değişiklikler. Ancak hepsinin aşılması mümkün. Muhalefet ittifakını zayıflatmak isterken tam tersine muhalefet partilerinin daha da sıkı bir ittifaka yönelmelerine yol açabilirler.

■ İktidar partili siyasetçilerin adeta sırayla “Biz gelmeden ambulans yoktu, biz gelmeden buzdolabı yoktu” gibi gerçek dışı söylemleri tekrarlamasını nasıl yorumluyorsunuz?

Bunlar hakikat ötesi siyasetin örnekleri, Macaristan, Polonya, Venezuela, Tayland gibi birçok ülkede görülebiliyor. Bizde de bu söylemin bu raddeye gelmesi uzun bir sürede oldu, bir ülkede biz buna “kademeli otoriterleşme” diyoruz. O sürecin içinde bir ülke ne kadar uzun süre kalırsa, onun hakikat üzerindeki yozlaştırıcı etkisi daha fazla oluyor. Hakikat ötesi söylemler tekrarlana tekrarlana kendi tabanında bir alışkanlık, öbür tarafta da yılgınlık yaratıyor.

■ Aslında yapılan sokak röportajlarında da izliyoruz, millet havlu atmıyor, aksine sorgulamaya devam ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan “Türkiye hayat pahalılığı açısından gelişmiş ülkelerden daha iyi durumda” demiş, halk sokakta “Neresi daha iyi durumda açıklasınlar” diyor.

Benim bahsettiğim yılgınlık insanların havlu atması, doğruları söylememesi değil. Tam tersine Türkiye’nin benzer “otoriterleşme süreçlerini yaşamış olan ülkelerden” ayrıştığı nokta toplumun büyük kesiminin havlu atmaması, teslim olmamasıdır. Sivil toplumda, medyada hem insanlar doğruları söylemeye, iktidarı eleştirmeye devam ediyorlar, hem de seçimlere katılmaya, sandığa gitmeye, siyasal örgütlenme yapmaya devam ediyorlar. Bu anlamda yılmıyorlar ama şu anlamda bir yılma oluyor; o kadar çok isyan edilecek olay oluyor ki hangisine yanıt vereceğinizi bilemiyorsunuz, bir yerde muhaliflik de artık kalıcı bir hal, hayat tarzı olmaya başlıyor. Oysa bizim şunu söylememiz lazım: Bu durumdan artık çıkmalıyız, hiçbir toplum buna uzun süre dayanamaz. Hangi söylemle, hangi siyasi ittifakla, siyasal stratejiyle bir demokrasiye geçebiliriz? Türkiye demokrasiye geçme mücadelesi veriyor, şu anda Anayasa’ya uyulmuyor ve bunu engelleyecek kurumlar paralize olmuş durumda, o zaman bizim demokrasiye geçmek için bir siyasal değişime ihtiyacımız var.

Halka kemer sıktırıyorlar yandaşa kemer bollaştırıyorlar


■ Maliye Bakanı’nın daha önce ekonomi, enflasyon iyi derken şimdi “En büyük problem yüksek enflasyon” demesi, TÜSİAD Başkanı’nın “Enflasyon yüzde 60’lara çıkabilir” sözü zaten yüzde 50’yi bulmuş olan enflasyon için çok ürkütücü. Böyle giderse halkın tepkisi ve siyaset tablosu seçim sürecini beklemeden değişir mi?

İnsanlar ekonomik kötüleşmenin sorumlusunun hükümet olduğuna inanıyorsa seçmen davranışı değişiyor. Türkiye’de çok uzun zamandır siyasal ve ekonomik olaylar, iktidar lehine yorumlanarak sunuluyor. Önce ekonomik krizin nedeninin COVID olduğu, ABD’nin, dış güçler ve içerdeki işbirlikçilerinin veya dünyadaki enflasyonun olduğu anlatılıyordu, bunun bir alıcısı olduğu iktidar tarafından biliniyordu. Ukrayna’da savaş çıkınca eli biraz daha rahatladı. Bakan şimdi enflasyonun yüksek olduğunu söyleyebiliyor, çünkü biliyor ki savaş nedeniyle bütün dünyada enflasyon var, “sorumlusu biz değiliz” diyebilecek. Gerçeğin bu olmadığını açık bir şekilde ortaya koymak muhalefete düşüyor.

■ Yabancı medya “Türkiye iflas etti, sadece halk bilmiyor” derken, halk fahiş elektrik, doğalgaz faturaları ve tüm zamlarla, vergilerle ezilirken hala aynı müteahhitlere dolar garantili havaalanları, köprüler yaptırılması, kur garantili mevduat hesabı sistemi vs., açıkça bir kemer sıkma politikasının olmadığını göstermiyor mu? 

Enflasyon demek zaten bir kemer sıkma politikasıdır, hepimiz yoksullaşıyoruz. İktidar halk açısından bir kemer sıkma politikası uyguluyor fakat kendi destekçisi olan sermaye kesimine tam tersine kemer bollaştırma politikası uyguluyor, çünkü son tahlilde iktidarda kalmak için herhalde onların desteğine muhtaç olduğunu düşünüyor. Türkiye’de küçük bir azınlığın çıkarı büyük bir çoğunluğun önüne geçmiş durumda ve bütün ekonomi politikaları bu durumu sürdürme mantığı üzerine kurulu.

Karşı devrimci bir zihniyet söz konusu


■ Diyanet İşleri, yıllardır hutbelerde Atatürk’ün adını anmıyor. Ne yapmak lazım sizce?

Demokrasiye geçmek lazım. Diyanet’in bu eylemleri Anayasa’ya aykırı, bizim devlet geleneklerimize aykırı. Çok açık şekilde karşı devrimci bir zihniyet söz konusu. Bu kademe kademe yapıldı, o yüzden de çok etkili oldu. Diyanet bunu 2005 yılında yapabilir miydi? Ekonomik buhran da bu kademe kademe yapılan demokratik erozyonun, otoriterleşmenin yarattığı kötü yönetimin sonucudur. Demokratik erozyon bir kez başladı mı durdurmak çok zordur, bizdeki gibi uzun süre devam ettiğinde ise yıkıcı etkileri çok ağır olur.

Türkiye, Rusya’dan 4 bataryadan oluşan iki adet S-400 sistemi aldı.

ABD’nin “S-400’leri Ukrayna’ya verin” teklifine uyarsak savaşın parçası oluruz


■ NY Times ve Reuters gibi güvenilir haber kaynakları ABD’nin Türkiye’den “S 400’leri Ukrayna’ya vermesini istediği” haberini verdiler. Türkiye kabul etmedi dendi ama ABD’nin 50 milyar dolar ve F35 verelim teklifiyle ısrar ettiği haberi de çıktı, ABD bunun Türkiye için de savaşa girme anlamına geldiğini bilmesine rağmen nasıl söyleyebiliyor?

ABD Türkiye’ye “S 400’leri Ukrayna’ya verin” gibi bir teklif yaptıysa bu bence bir öngörüsüzlük. Amerika çok dış politika hatası yapan bir ülke, Irak’ı, Afganistan’ı düşünün ne kadar çok hata yaptığını görüyoruz.

■ Acaba sadece öngörüsüzlük mü, yoksa NATO’nun ve kendisinin yapmak istemedikleri şeyi Türkiye’ye yaptırmak ve kendisi yerine bizi tehlikeye atmak olabilir mi? Suriye iç savaşına da kendisi girmek istemedi, “En iyisi buna Türkiye müdahale etsin” dedi ve bizi savaşa soktu. 6 milyon mülteciyle çıktık, askerimiz hala orada.

ABD tabii ki bunu bilerek yapıyor, uluslararası ilişkileri komplo teorileri gibi yorumlayamayız, bütün ülkeler çıkarlarını gözetiyorlar. Burada esas soru şu: ABD’nin teşviklerine rağmen Türkiye Suriye’ye, Amerika’nın zoruyla mı girdi? Sonuç itibariyle Türkiye’nin bu savaşa girmemesi gerekiyordu.  “Öngörüsüzlük” deyimini şu yüzden kullandım, diyelim ki Türkiye, S 400’leri Ukrayna’ya verdi, savaşın bir parçası oldu. Bu Türkiye için çok zararlı olur. Türkiye’nin Rusya’nın saldırısına maruz kalması Amerika için de çok büyük bir başarısızlık, hata olur. Türkiye buna uymak zorunda değil. Türkiye, Ukrayna’nın işgalini sonuna kadar kınamalıdır, unutmayalım ki Rusya’nın potansiyel hedeflerinden biri de biziz, Amerika’dan çok bu konuları düşünmesi gereken ülke biziz. Türkiye Rusya’yı kınadı ama aynı zamanda Ukrayna ve Rusya’yı bir araya getirmeye çalışıyor, aşırı hasmane bir söylem kullanmıyor, bu doğru bir politika.

Türkiye, Rusya’nın potansiyel hedefi


■ Türkiye neden Rusya’nın potansiyel hedeflerinden biri?

Tarihsel olarak bakıldığında bizim en çok savaştığımız ülkelerden biri. Hatta Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesi, Rusya’nın genişlemesi tamamıyla Türk-Rus ilişkileri üzerinden okunabilir. Rusya’nın komşusuyuz, sıcak denizlerle arasında bulunan bir ülkeyiz, dolayısıyla biz caydırıcı konumda olmazsak, gıdada, enerjide bağımlı olursak, anlaşmazlıklara dayalı bir ilişkimiz olursa bu elbette ki mümkün olan bir şey.

Ukrayna savaşı Putin için ölüm kalım meselesi


■ Rusya bir yandan Kiev’i bombalıyor, bir yandan da Ukrayna-Rusya görüşmeleri sürdürülüyor. Bu çelişki garip değil mi?

Kiev’de sığınakları bile bombalaması, savaşı bu kadar tırmandırması; hem masada elini güçlendirmek, hem de yaratacağı göç dalgası gibi nedenlerle Batı dünyasını bölebilmek, uluslararası hukuka ve etiğe aykırı bir savaş mantığı içerisinde garip değil, açıklanabilir. Garip değil derken, bu hiçbir şekilde kabul edilemez bir şey, egemen bir devletin yine egemen bağımsız bir devleti “kendisine saldırmadığı, bir karşı harekata girişmediği halde” işgal etmeye kalkışması tamamen yanlış. Bir de şu noktayı unutmamak lazım, bu savaşa girdikten sonra Putin’in iç siyasette popülaritesini kaybetmemek için mutlaka kazanmak zorunda olması. Ve burada Rusya’nın demokratik bir devlet olmaması çok önemli. Demokratik bir hükümet elbette dış politikada bir silahlı çatışmada başarısız olursa popülaritesi düşer, seçimleri kaybedebilir ama o iktidar için ölüm kalım meselesi değildir. Ama otoriter rejimlerde iktidarı kaybetme ihtimali bir ölüm kalım meselesidir. Dolayısıyla otoriter bir iktidarı temsil eden Putin’in bu savaşı mutlaka kazanması ya da halka açıklayabileceği bir sonuçla çıkması gerekiyor.

■ Ukrayna’yı bitirene kadar savaş devam mı edecek?

Ukrayna şu anda Batı’nın çok daha fazla yardım etmesini istiyor ve Batı’yı yeterince yardım etmemekle, NATO’yu “hava sahasını kapatmamakla” suçluyor. NATO bunu yapmıyor çünkü Rusya bir nükleer güç ve hava sahasını kapatmak dünya savaşı çıkarabilecek bir hareket. Bunu yapamasa da Ukrayna’yı destekliyor.