15 Mayıs 1919.

İzmir’e işgalci postalının bastığı günün akşamıydı.

Neredeyse yatma vaktiydi.

Mustafa Kemal evine geldi.

Kapıyı açan kızkardeşi Makbule’ye sıkıntılı bir yüz ifadesiyle baktı.

Şefkatle yanağını okşadı.

“Annemin karyolasının önüne yer sofrası hazırla Makbuş, bu gece sizinle biraz dertleşmek istiyorum” dedi.

Zübeyde hanımın odasında yer sofrası hazırladılar.

Minderleri, yastıkları yerleştirdiler.

Patates püreli rosto ve yumurtalı ıspanak yapmışlardı.

Biraz sonra Mustafa Kemal odaya girdi.

Üniformalıydı, üstünü başını değiştirmemişti.

Annesinin elini öptü, bağdaş kurarak oturdu.

Pat diye “gidiyorum” dedi!

Odaya adeta bomba düşmüştü.

“Buralarının da Selanik gibi olma ihtimali var, giderken gözüm arkada kalmasın, memleket için uğraşırken sizden yana bir üzüntüye düçar olmak istemem” dedi.

Zübeyde hanım küt diye sırtüstü yığıldı, bayıldı!

Doktor Rasim Ferid’i çağırdılar, yavaş yavaş kendine geldi.

Heyecan, gerginlik, üzüntü, keder... Yorgun ruhu, bitmek tükenmek bilmeyen ayrılığı taşıyamamıştı.

Sabaha kadar uyumadı, Kuran okudu.

Günün ilk ışıklarıyla, vedalaşmak üzere kapıya geldiler.

Mustafa Kemal’in elinde Kuran’ı Kerim vardı.

Trablusgarp Savaşı’nda Derne komutanıyken, Libyalı mücahit şeyh Ahmet Sünusi tarafından kendisine hediye edilmişti, sekiz yıldır nereye gitse, oraya götürüyordu, Sofya’da Çanakkale’de Şam’da Halep’te Filistin’de hep yanındaydı.

Annesine bıraktı.

Makbule ağlıyordu.

Zübeyde hanım otoriter ses tonuyla haşladı kızını... “Sen asker kardeşisin, ayıp, ağlanır mı hiç” dedi.

Sanki dün gece üzüntüsünden bayılan o değilmiş gibi, heykel misali dimdik durmaya çalışıyordu. Kızını teselli ederken aslında kendi duygularını bastırıyordu. “Memleket için giden insan ölse bile ağlanmaz, koş misafirlere şerbet ez!” diye bağırdı.

Hepi topu birkaç altın bileziği vardı.

Selanik’ten elinde avucunda kala kala bunlar kalmıştı.

Oğluna verdi.

“Lazım olur” dedi.

Mustafa Kemal’in üç yıl önce Van’da ordu komutanıyken evlat edindiği ve annesine emanet ettiği yetim Abdürrahim’in elinde güğüm vardı, arkasından su döktü.



16 Mayıs 1919.

Galata rıhtımından motora bindi.

Kız Kulesi açığında demirli olan Bandırma gemisi’ne geldi.

Güvertede bir sigara yaktı.

İstanbul’a son kez dalgııın dalgın baktı.

Kamarasına girdi.



19 Mayıs 1919.

Samsun’a çıktı.

Şehir güvenli değildi.

İngiliz kaynıyordu.

Altı gün kaldı.

Karargahını Havza’ya taşıma kararı aldı.

Arkadaşlarıyla birlikte ahı gitmiş vahı kalmış hurda bir Benz otomobile bindi, anca bunu bulabilmişlerdi, yola çıktı.

Asfalt yoktu. Tarladan bozma toprak yol, sağanak yağmurdan iyice balçık haline gelmişti, bata çıka gidiyorlardı.

Arka koltukta değil, önde, şoförün yanında oturuyordu.

Tezcanlıydı, bazen dayanamıyor, çukurlardan kurtulmak için direksiyona müdahale ediyordu, şoför gayrimüslim yaşlı bir adamcağızdı.

Harap otomobil yarım saat bile devam edemedi.

Tık diye arıza yaptı, kaldı.

İnip beklemekten başka çare yoktu.

Yaşlı şoför motoru tamir etmeye çalışırken, yol kenarında bir ağaç altına çekilip, işi sabırla oluruna bırakacaklardı.

İşte bu davranış biçimi asla O’na göre değildi.

Oturup beklemek karakterine aykırıydı.

Arkadaşlarına baktı, yürüyebilir misiniz dedi.

Soru sormamıştı aslında...

Cevap vermelerini beklemeden, döndü, yürümeye başladı.

Mecburen peşine takıldılar.

Bir saat kadar uzakta Karageçmiş Köyü vardı.

Orada konaklayacaklardı.

Geceyi atlatacak, sonra tekrar Havza’ya doğru yola çıkacaklardı.

Kafalarında geleceğe dair milyon tane endişeyle sessiz sessiz giderlerken, Mustafa Kemal mırıldanmaya başladı...

Dağ başını duman almış

Gümüş dere durmaz akar

Güneş ufuktan şimdi doğar

Yürüyelim arkadaşlar!

“Siz de söyleyin” diye seslendi.

“Yorgunluğunuzu alır, güç verir” dedi.

Hep birlikte söylediler.

Bu gök, deniz nerede var

Nerede bu dağlar taşlar

Bu ağaçlar güzel kuşlar

Yürüyelim arkadaşlar!



Havza’da Mesudiye Oteli’ne yerleşti.

İzmir’in işgalini protesto etmek için cuma namazından sonra miting düzenlenmesini, İzmir’de şehit düşenler için mevlüt okutulmasını istedi. Tellallar halka duyurdu.

Şeker yoktu.

Helva karılamadı.

Mustafa Kemal zekası devreye girdi.

Çok anlamlı bir formül buldu.

Mevlütte “İzmir’in çekirdeksiz kuru üzümü” dağıtıldı.



9 Eylül’ün meyvesini tee 19 Mayıs’ta yediler.

Özgürlüğe inancın meyvesi, zafere inancın müjdecisiydi.



Aylar,

yıllar,

kanlar,

canlar akıp geçti.



9 Eylül 1922...

100 yıl önce tam olarak bugündü.

Minarelerden ezan sesi yükseliyordu.

Mustafa Kemal Belkahve’deydi.

Bir incir ağacının gölgesinde, İzmir’i seyrediyordu.

İşgal edildiği gün, bir ulusun kurtuluş savaşını başlatan, işgali sona erdiği gün, o ulusun kurtuluş savaşını sonlandıran, dünyada bu özelliğe sahip tek şehir... İzmir’i seyrediyordu.

Nif’te kendisi için hazırlanan bağevine gitti.

Tek kat, taş, penceresiz, buram buram Ege kokan bağeviydi.

Köylü kadınlar karşıladı.

Ruşen Eşref’in tabiriyle, “gölgeler gibi çekingendiler.”

Mustafa Kemal’in elini öpmek istediler, izin vermedi.

Yere kapaklandılar, sarılıp dizlerinden öptüler.

Tek tek zor kaldırdı yerden hepsini... Ağlıyorlardı.

Yine Ruşen Eşref’in tabiriyle, “gözlerine uzuuun uzun bakışları, karşısında el bağlayışları, sonsuz susuşları, sonsuz bir minneti bin sözden daha iyi anlatıyordu.”

Yorgundu Mustafa Kemal.

Yemek getirdiler.

Yemedi.

Sigara çıkardı.

“Biliyor musun İsmet” dedi.

“Bir rüya görmüş gibiyim.”

Karabasanla başlayan, 3 yıl 3 ay 22 gün süren, mucizeyle biten bir rüya... Çiçekler açıyordu İzmir’in dağlarında.



Yıllar sonra o anı anlatırken, “sağ elimde tabanca, sol elimde idam sehpası, Samsun’dan İzmir’e öyle geldim” diyecekti.



37 bin 975 şehit verdik.

Bundan fazla sivil kaybımız vardı.

7 milyon 250 bin mermi sıktık.

55 binden fazla top mermisi harcadık.

Bir elimizde tabanca,

bir elimizde idam sehpası,

İzmir’e böyle geldik.



10 Eylül 1922...

Mustafa Kemal sabahın ilk ışıklarıyla İzmir’deydi.

Falih Rıfkı, o tarihi günü şöyle tasvir edecekti:

“Yakup Kadri’yle birlikte İzmir limanına girdiğimiz vakit, şehrin tamamen bizim elimizde olup olmadığını henüz bilmiyorduk.

Tabyalarda Türk bayrağını görünce duyduğum sevinç, bir bayram sabahının çocuk çırpınışıydı. Herkesin boynuna atılmak, sarılmak, herkesle bağrışıp ağlaşmak istiyordum.

Rıhtım boyunca kapı eşiklerine çömelen silahlı askerlerimizle karşılaştık.

Hepsi zafer tütüyordu.

Sanki büyük bir savaştan değil de, sanki trenden çıkmış kadar sade ve gösterişsizdiler.

Eşyalarımızı Kramer Palas Oteli’ne bıraktık.

Başında Anadolu kalpağıyla Ruşen Eşref göründü.

‘Sizi Mustafa Kemal Paşa’ya götüreyim’ dedi.

Karargahı hemen şuracıktaydı.

Eski bir Rum eviydi, penceresi açıktı.

Başkumandanı uzaktan görüyorduk.

Tığ gibi bir asker, keskin bir burun, canlı ve yanık bir yüz.

Karşısında selam veren iki İngiliz zabiti vardı.

İstanbul’da Osmanlı nazırlarından daha dik konuşan İngilizler, başkumandana put gibi selam duruyordu!

Bunu görmek, içimizin bütün öfkelerini yıkadı, hınçlarımızı soğuttu.

Kaçanlar sel gibiydi, rıhtım boyuna akın ediyorlardı.

İngiliz gemileri sahile yanaşık denecek kadar yakındaydı.

Kalabalık arttıkça arttı.

Çığlıklar kopuyordu.

Denize atlayanlar vardı.

Gemi toplarının gölgesinde Yunanlıları İzmir’e çıkaran İngilizler, şimdi onlardan geri dönebilmiş olanlara, gemilerin merdivenlerine tırmanmasınlar diye süngülerini çeviriyorlardı.

Yüreğim titreyerek bu eşsiz trajediyi seyrediyordum.

Mustafa Kemal’in yalçın ve yırtılmaz sakinliğine bakıyordum.

Öne asker dolu bir kamyon koydular, arkasındaki üstü açık otomobile Mustafa Kemal bindi.

Rıhtım Yunanlarla tıka basa doluydu.

Kamyon kalabalığı yararak yol açıyordu, dalgalanan kalabalığın daracık arasından Mustafa Kemal geçiyordu.

Tanıyorlardı...

Eleriyle işaret ederek ‘işte o, işte o’ diyorlardı.

Ağır ağır ilerleyen otomobile doğru atılsalar, Mustafa Kemal’den parça bile kalmazdı.

Fakat hepsi denize kaçışmak istiyordu!”



Kurtuluş haberi dalga dalga ulaştı.

İşgal altındaki İstanbul’da bayram vardı.

İlk yıldırım baskıyı Akşam gazetesi yetiştirdi...

“Elhamdülillah, İzmir’e kavuştuk” manşetiyle çıktı.

Parasız dağıtılıyor, elden ele kapışılıyordu.

İnsanlarımız gazeteyi öpüyor öpüyor öpüyor, yüzüne sürüyorlardı.

Herkes ağlayarak, haykırarak birbiriyle kucaklaşıyordu.



Gerisini, yine İzmir’den, Salih Bozok şöyle anlatıyordu...

Yunan ordusu Urla yönüne, Çeşme’ye doğru kaçıyordu.

Saldırıya uğrarlar korkusuyla savaş gemilerini, tahliye gemilerini Çeşme açıklarında bekletiyorlardı.

İzmir limanında İngiliz ve Fransız savaş gemileri duruyordu.

İngiliz konsolos geldi.

“İngiliz tebaası vatandaşlarla, Rum ve Ermeni azınlığın güven altında olduğunu belirten yazılı teminat istiyorum” dedi.

Mustafa Kemal’in cevabı tarihiydi...

“Barut kokan bir odada sözlerinize dikkat edin” dedi.

Eliyle kapıyı gösterdi.

Defol’un kibarcasıydı.

Konsolos bembeyaz oldu, tırıs tırıs gitti.

Biraz sonra, İngiliz donanma komutanı amiral geldi.

Aklınca sempatik cümlelerle diplomasi yapacaktı.

Mustafa Kemal lafı uzatmadı...

“Arkaladığınız Yunan ordusunun denizde yüzen cesetlerini gördünüz, İzmir limanını donanmanıza kapatıyorum, sularımızı terkedin” dedi.

Amiral büst gibi donakalmıştı.

“Majestelerine savaş mı açıyorsunuz?” diye kekeledi.

Mustafa Kemal kestirdi attı...

“Karşımda serbestçe oturuşunuzu, sizi konuk saymama borçlusunuz, nezaketimi kötüye kullanmanıza müsaade etmem, gemilerinizi çekmenizi size tekrar ve son defa ihtar ediyorum” dedi.

Amiral “afedersiniz” diyebildi.

Önce İzmir’den, sonra İstanbul’dan, geldikleri gibi gittiler!



Ve...

9 Eylül 2022.

100 yıl sonra bugün.

Günlerden İzmir.

Sizi bilmem ama, ben çekirdeksiz kuru üzüm yiyeceğim.

Elinde avucunda hiçbir şey bırakılmamış, ruhu hariç her şeyi işgal edilmiş bir milletin, son bir avuç çekirdeksiz kuru üzümle neler yapabildiğini, rahmetle, saygıyla, şükranla, minnetle anacağım.