“Eski Türkiye” kavramı, AK Parti’nin kendi iktidarını ve ideolojisini tanımlamak için yarattığı bir “karşı tez”di.

AK Partililer, başlangıçta “eski Türkiye” dediklerinde Atatürk ve silah arkadaşlarının kurduğu Cumhuriyet’te zamanla ortaya çıkan demokrasi dışı uygulamaları, vesayetçi anlayışı ve yanlışları kastettiklerini söylüyorlardı. Cumhuriyet tarihinde muhafazakarlara yapılan baskıları, 27 Mayıs darbesinin sonuçlarını, 28 Şubat gibi baskıcı yönetim anlayışını, askerlerin siyaset üzerindeki yoğun etkisini, laiklik kavramının katı uygulanışını, eski Türkiye’nin sembolleri olarak gösteriyorlardı.

AK Parti’nin “mağduriyet” üzerinden yarattığı bu yaklaşım, Avrupa Birliği’ne tam üyelik süreci çerçevesinde atılan demokratikleşme adımları, haliyle Türkiye’de demokratların, liberallerin, solcuların, insan hakları savunucularının da desteğini aldı. O dönemde çizilen “eski Türkiye” tanımı çok fazla kesim tarafından benimsendi ve AK Parti bu sayede uzun süre tek başına iktidarda kalmayı başardı.

Ancak, zamanla hükümet “eski Türkiye” ile hesaplaşırken, perde gerisinde müttefiklerinin, yani cemaatlerin, tarikatların, aşırıcıların aslında yanlışlarla, aksaklıklarla, yanlış uygulamalarla değil, bizzat Cumhuriyet’in temel ilkeleriyle, Atatürk devrimleriyle, hatta Atatürk ve silah arkadaşlarıyla hesaplaşmaya giriştiğini gördük.

Bizzat Tayyip Erdoğan’ın “aynı menzile farklı yollardan gittiğimiz yapı” diye tanımladığı FETÖ’nün yıllardır “muhafazakarlara yapılan zulmün odağı” gibi gösterilen TSK da dahil bütün devletin kılcallarına sızdığını, muhafazakarlara baskı yapılırken TSK’da kilit noktalarda onlarını oturduğunu, giriştikleri kanlı 15 Temmuz kalkışmasını yaşayarak öğrendik.

İktidarının 19. yılına girmeye hazırlanırken, başlangıçta ortaya attıkları “eski Türkiye” tanımının, AK Parti için de tamamen değiştiğine tanık oluyoruz.

Artık sadece perde gerisinde tarikatlar, cemaatler değil, bizzat iktidar da Atatürk Cumhuriyeti ile açıktan hesaplaşmaya girişmiş vaziyette.

Eski Türkiye’de muhafazakarlar sıkıntı yaşarken, yeni Türkiye’de iktidarın dini yaklaşımını ve ideolojisini, siyaset tarzını, dış politikasını benimsemeyenler sıkıntı yaşıyor.

Ülkenin kurucu babalarının isimleri, statlardan, havaalanlarından, hastanelerden bizzat iktidar tarafından silinmeye çalışılıyor. Atatürk ve arkadaşları rahatlıkla “ihanetle” suçlanabiliyor.

Bir avuç insan hariç herkes, Atatürk’ün ihanetle suçlanmasına, eriyecek taş heykellere benzetilmesine sessiz kalıyor.

Kimse çıkıp, “Orada durun! Atatürk ve silah arkadaşları kırmızı çizgimizdir. Onlar olmasa, Kurtuluş Savaşı kazanılmasa bugün ibadete açacak bir Ayasofyamız olmayacaktı” diyemiyor.

Birkaçı hariç, koca koca tarihçilerimiz Ayasofya’yı tartışırken, cesaret edip Fatih’in 1453’te fethettiği İstanbul’un, haliyle Ayasofya’nın, 13 Kasım 1918’de Haydarpaşa önlerine demirleyen ihtilaf devletleri donanmasına teslim edildiğini söyleyemiyor. Benzer şekilde, 6 Ekim 1923’te Şükrü Naili Paşa komutasındaki 3. Kolordu İstanbul’a girene dek geçen 5 yıldaki asıl ihanetleri de hatırlatamıyorlar!

Cumhuriyet’in teminatı diye gördüğümüz bazı yargı mensupları, daha önce meslektaşlarının defalarca reddettiği bir davayı kabul edebiliyor. Mevcut siyasi iktidarın arzu ve taleplerini, kurucu önderlerin kararlarından üstte tutabiliyorlar. Pekala “buna karar vermek bizim işimiz değil, Cumhurbaşkanı karar verebilir” diyebilecekken, tarihe “86 yıl sonra kurucu önderlerin kararını iptal eden hakimler” olarak geçmeyi göze alabiliyorlar.

Evet, kesinlikle Türkiye eski Türkiye değil. Maalesef, Cumhuriyet’in temel ilkeleri olan hak, hukuk, adalet, demokratikleşme, özgürlükler, insan hakları, yargı bağımsızlığı, inanç özgürlüğü, ifade özgürlüğü, iş kazaları (cinayetleri), kadına yönelik şiddet, barışçıl dış politika gibi konularda her geçen gün bir mevzi daha kaybediyoruz.

İktidar ise kendisini betonla, asfaltla, akıllı füzelerle, savaşlarla, (içeride ve dışarıda) aşırıcıların taleplerini ön planda tutmakla ifade etmeye devam ediyor.

Doğan Taşdelen’e veda


İlk kez stajyer muhabirken Koza Sokak’ta gecekonduların yerine yapılan lüks evleri gerçek sahiplerine dağıtmak için düzenlediği törende görmüştüm. Zamanla kendisine amca, oğlu Alper Taşdelen’e kardeş diyecek kadar yakından tanıdım. Daha geçen hafta Tunceli’den getirttiği ve verirken “biri Alper’e biri sana, sen de oğlum gibisin” dediği peyniri nasıl saklamam gerektiğini anlatmıştı uzun uzun. Zor bir hastalıkla mücadele edip yendiğini bildiğim için “Sesin ne güzel geliyor Doğan Amca” demiştim kendisine. Ani ölümü içimi acıttı.

Kim ne derse desin, Doğan Taşdelen, Türkiye’de sosyal demokrat belediyeciliğin, halkçılığın ve temiz siyasetin sembol isimlerindendi. Cezaevinden çıkan 12 Eylül mağdurlarına verdiği desteği de belediyecilikte imza attığı ilkleri de Milli Görüş’ün kentlere giydirdiği betondan gömlekle mücadelesini de unutmak mümkün değil.

Ailesine ve bütün sevenlerine başsağlığı diliyorum.

Nur içinde yat Doğan Amca.