Bugünkü yazıya, ülkemizde bir ahlaki çöküş yaşandığını düşünen ve buna çare arayan iki değerli aydının, geçen hafta Oksijen gazetesinde yer alan makalelerinden alıntı yaparak başlayacağım. Birinci alıntı: “Meseleyi adalet sisteminden alıp insan psikolojisine bağlamakta ısrar edersek, (yazar değil ötekiler ısrar ediyor) olayları ortaya çıkaran sistemi görmezden gelirsek (yazar görüyor, ötekiler görmüyor), korkarım her hafta (yenidoğan ölümleri benzeri) kanımızı donduran başka bir haberle karşılaşacağız. Tekrarlıyorum: Ya adalet ya sefalet!” Bu ifadeden ben şunu anlıyorum: Kötülük ve ahlaksızlığa engel olunamamasının sebebi, “iktidardakilerin” çözümü adalet sistemi dışında aramalarıdır. Önce adalet sistemi düzeltilmelidir. Makale derin bir karamsarlıkla bitiyor. “Eğer bir ülkede ahlaksızlık ve kötülük toplumsal olarak hoş görülüyor, suç olan davranışlar cezalandırılmıyorsa o toplumda istediğiniz kadar bireye yatırım yapın, sonuç değişmez.” Şimdi ben soruyorum. Varsayalım ki, çözüm yargı reformudur. Bu reformu yapacaklar “kötülükleri hoş gören” bir toplumdan güç alamayacaklarına göre, kimden alacakları yetkiyle ve nerede (TBMM dışında mı) adalet sistemini düzeltecektir?

HUKUKSUZ AHLAK, AHLAKSIZ HUKUK OLMAZ

İkinci alıntı: “Her insanın içinde iyilik ve kötülük var. Hangi yönümüzün öne çıkacağını belirleyen (önde olduğunu gösteren demek isteniyor herhalde) ise hayatla, toplumla ve diğer bireylerle olan ilişkilerimiz. Kötülüğün ve kötülerin baskın olmasını engelleyen mekanizma öncelikle hukuk ve yasalar. Hukukun ve adalet sisteminin çalışmadığı, suçun önlenmesi ve cezalandırılması mekanizmasının olmadığı yerde meseleyi yalnızca (bunu savunan mı var? E.C.) toplumsal ahlaka ve bireysel psikolojik zaaflara bağlamak doğru değil. Yaşadıklarımıza bakınca, toplumsal bir çöküntü içinde olduğumuz açık.” Yazar bu tespiti yaptıktan sonra, toplumsal çöküntüden kurtulmanın çaresini güçlü devlette gördüğü için “Nerede bu devlet?” diye soruyor. Makale mealen şöyle devam ediyor. “Meseleler, krizler her geçen gün daha küreselleşiyor. Ortada henüz bunları çözecek bir ‘küresel devlet’ olmadığına göre, bizim ‘ulusal devleti’ daha etkin kılmamız gerekir. Devletimiz daha güçlü ve etkin olursa ister küresel ister yerel olsun, ülkemizi zora sokan meseleleri çözebiliriz.” Şimdi ben soruyorum. Devleti yöneten, siyasi iktidar değil mi?  Güçlenecek devlet “bu siyasi iktidarı” daha da etkin kılmaz mı?

KÖK SEBEP VE KÖKLÜ ÇÖZÜM

Benim iki muhkem kanaatim var. Birincisi, halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkelerin geri kalmasının kök sebebinin “yaşanan” İslam olduğudur. İkincisi, gelişmenin, toplumdan değil, bireyden başladığıdır. Bir sorunun kök sebebi ne ise kökten çözüme oradan başlanır. Din, çok karmaşık ve kapsayıcı bir kurumdur. Ruhsal, toplumsal, iktisadi, siyasi, idari, hukuki boyutları vardır. Şunu kabul etmeye mecburuz ki; din, görevini öbür değil bu dünyaya nizam vermek olarak görür. Yazılarından alıntı yaptığım, ülkemizi düzene sokmaya çalışan fikir insanları, ortada İslam dini diye bir kurum yokmuş gibi düşünüyor. Kökleri kadim Yunana dayansa da Batı medeniyeti bir yerde Hıristiyan medeniyetidir. Laiklik ise Batı medeniyetinin yeni dinidir. Bu sebeple Atatürk ilkelerinin en önemlisi laikliktir. İslam-ahlak ilişkisini anlamak isteyenlere ilahiyatçı Mustafa İslamoğlu’nu izlemelerini öneririm.

SON SÖZ: Dürüst toplum, dürüst bireylerden oluşur.

UYARI: Sosyal medyada, benim yatırım yapmak isteyenlere kurs açtığıma dair yayınlar yer almaya başladı. Bunlarla benim herhangi bir ilgim yoktur. Sakın kanmayın. Başınıza bir iş gelmesin.