İnsanlığın uygarlık diye övündüğü şey, aslında diğer canlıların acısı üzerine kurulu. Kafeslerde doğup ömrünü birkaç karışlık alanda tamamlayan tavuklar… Vücudu hareket etmesin diye sıkış tıkış besi çiftliklerine doldurulan büyükbaş ve küçükbaş hayvanlar… İnsanın verimlilik dediği şey, sayısız canlının yaşamını esaret altında, acı içinde sürdürüp sonunda bir mezbahada kesilerek sofralara gelmesi demek. Bu bir üretim yöntemi değil, zalimliğin tam karşılığı.
Maalesef bu düzen, modern çağın en büyük ikiyüzlülüklerinden biri. Market raflarında, parlak ambalajların ardına saklanan etler ve süt ürünleri, aslında sessiz çığlıkların paketlenmiş hâli. Çoğu insan, tabağındaki yiyeceğin hikâyesini bilmiyor, bilmek de istemiyor. Kabul etmeliyim ki ben de onlardan biriyim. Çünkü bilmek, vicdanı yoruyor; görmezden gelmek ise, böyle şeyler olmuyormuş gibi davranarak hem bu yükü üzerimizden alıyor, hem de düzene ayak uydurmamızı sağlıyor.
Hayvanların yaşadığı sistematik esaret, yalnızca fiziksel alanın darlığıyla sınırlı değil. Doğal davranışlarını sergileyememek, güneş ışığını hiç görmemek, toprağa basamamak, yavrusunu koruyamamak, anne sevgisini ve yalnızca onun yanındayken hissedilebilecek güven duygusunu tatmadan küçücük hücrelere kapatılmak… Modern endüstri, hayvanı hisseden canlı olmaktan çıkarıp et, süt, yumurta üretimi için kullanılan bir malzeme konumuna indirgemiş durumda. Milyonlarca hayvan, doğduğu günden öldürüldüğü güne kadar makine gibi çalıştırıldığı bir düzende sadece ürün olarak görülüyor.
Besi çiftliklerinde hayvanın büyüme süreci hız üzerinden ölçülüyor. Daha hızlı kilo almaları için genetik müdahaleler yapılıyor, hormon ve antibiyotik yükleniyor. Doğal yaşam süresi yıllar olan hayvanlar, aylar içinde kesime hazır hâle getiriliyor. Bu durum, yalnızca hayvanın sağlığı açısından değil, insan sağlığı açısından da ciddi bir tehlike. Ancak kâr odaklı sistem ne hayvanın çektiği acıyı ne de tüketicinin maruz kaldığı riski umursuyor.
Hayvan hakları meselesi, sadece çiftliklerde değil, doğada da karşımıza çıkıyor. Çünkü hayvanlara yönelik acımasızlık, kafesin telinden av tüfeğinin namlusuna uzanan bir zincir.
***
Türkiye’de geçtiğimiz günlerde av sezonu açıldı. Yaban domuzu, çakal, tilki, keklik, üveyik, bıldırcın… Listeler uzuyor. Kâğıt üzerinde av günleri, kotalar ve yasak türler var ama işin pratiğinde, bu kurallara uymayan, yasak türleri vuran, hatta nesli tehlike altında olan hayvanları öldüren binlerce avcı olduğunu biliyoruz. Denetimler yetersiz, cezalar caydırıcı değil. Ve ne yazık ki, devletin bu konuda önceliği doğayı korumak değil; öncelik av ruhsatından, harçlardan elde edilen gelir.
Avcılık spor değildir, çünkü spor rekabet, beceri ve fiziksel efor içerirken tarafların eşit şansa sahip olmasını gerektirir. Avcılıkta ise silah kullanan insan ile savunmasız hayvan arasında hiçbir denge yoktur. Burada ancak tek taraflı bir öldürme eylemi vardır. Eğlence ya da hobi uğruna bir canlının yaşamını sonlandırmak ne etik açıdan ne de spor tanımı açısından kabul edilemez.
Avcılar bunun bir çeşit popülasyon kontrolü olduğunu savunsa da bu doğru değil. Doğa, var oluşundan beri kendini gayet güzel korumaktadır, ta ki insanoğlu ortaya çıkıp çeşitli şekillerde dengesini bozana kadar. Tilki sayısı arttığında tavşan azalır, tavşan azalınca tilki nüfusu da düşer. Ekosistem kendi içinde ayarlamasını yapar. İnsan eliyle yapılan kontrol ise çoğu zaman dengenin bozulmasıyla sonuçlanır. Hele ki söz konusu olan nesli tükenen veya tehlike altındaki türlerse…
Maalesef bunun adı doğayı yönetmek değil, doğayı yok etmek. Anadolu’da göçmen bir kuş türü olan üveyik nüfusunun dramatik biçimde azalmasına rağmen hâlâ av listesinde olması, bunun en çarpıcı örneklerinden biri. Avrupa’da pek çok ülkede koruma altına alınan türler, bizde avcıların hedefi olmaya devam etmekte.
***
Aslında Türkiye doğa turizmi açısından eşsiz bir ülke. Kuş gözlemciliği, foto-safari, ekoturizm gibi zararsız faaliyetler hem ekonomik gelir sağlar hem de doğayı korur. Ama avcılık, hâlâ erkekliğin, güç gösterisinin veya doğayla bütünleşme romantizminin bir simgesi gibi sunuluyor. Oysa doğayla bütünleşmek, bir canlıyı öldürmek değil; onunla aynı yaşam alanını paylaşabilmektir.
Hayvan hakları dediğimiz şey, bir bütün. Çiftlikte, laboratuvarda, sirkte, denizde, ormanda… Nerede olursa olsun, canlının yaşam hakkı, insanın keyfi veya ekonomik çıkarının gerisinde olmamalı.
***
Almanya, hayvan refahını anayasasında koruma altına aldı ve hayvanlara acı çektiren uygulamaları yasakladı. Yeni doğan erkek civcivlerin öldürülmesi yasaklandı, kesimhanelerde kamera ile denetim ve acı veren işlemlere yasak gibi reformlar getirildi. Ayrıca, etiketleme sistemiyle tüketiciler hayvanın hangi koşullarda yetiştirildiğini görebiliyor.
Belçika, duyarlı varlıklar oldukları gerekçesiyle hayvanların korunmasını yasal bir zorunluluk haline getirdi. Vahşi hayvanların evlerde ve sirklerde kullanımını, yapışkan tuzakları ve evde kesim gibi geleneksel uygulamaları yasakladı. 600 yıldır süren geleneksel “canlı balıkla içki içme” ritüeli, yeni hayvan refahı yasaları nedeniyle yasaklandı.
İsveç hem ceza kanunu hem de hayvan refahı yasası ile hayvanlara kötü muamelenin suç olduğunu ve onların doğal davranışlarını sergileyebileceği ortamlar sağlanması gerektiğini güvence altına aldı. Piliçler için batarya kafesleri ve domuzlar için gebelik kafesleri yasaklandı.
İsveç’in kafessiz tavuğu, Belçika’nın kafes yasağı planı, Almanya’nın köklü düzenlemesi elbette alkışı hak ediyor. Ama asıl hedef, hayvanların hayatını daha konforlu kılmak değil; yaşam hakkını tartışmasız kabul etmek olmalı. Türkiye’nin bu noktadan hâlâ çok uzakta olduğunu görmek ise acı bir gerçek.
Av sezonunun yeniden açılmasıyla birlikte vurulacak her kuş, her memeli, doğanın dengesi için küçük ama geri dönüşü imkânsız bir kayıp olacak. Ve biz yine görmediğimiz, duymadığımız ama bildiğimiz şeyleri yok sayarak sanki hiç olmamış gibi yaşamaya devam edeceğiz.