Steven Spielberg soğuk savaşın en hararetli zamanlarına ait gerçek bir hikayeyi getiriyor bu sefer önümüze. ‘Casuslar Köprüsü’ eski usul casus gerilimi filmlerini özleyenler için geldi en çok...



1957 yılında Amerika’da FBI tarafından tutuklanan İngiltere doğumlu Rus ajanı Rudolf Abel’in, sonunda suçlu bulunacağı aşikar mahkeme süreci boyunca düzgün temsil edilmesi için daha çok sigorta davalarına bakan bir avukat olan James Donovan görevlendirilir. Başta mahkemenin hakimi olmak üzere bütün ülke Abel’le birlikte Donovan’a da tepki göstermeye başlar. Çünkü Donovan hukukun en temel ilkesi olan kişinin temsil edilme hakkına sıkı sıkıya bağlı olarak Abel’i, ülkedeki yoğun komünist paranoyaya rağmen hakkıyla savunur. Gelecekte olası bir esir değişiminde kullanılabileceği konusunda hakimi ikna ederek onun idam edilmesine engel olur. Donovan’ın bu öngörülü tavrı, 1962 yılında patlak veren bir krizde meyvesini verir. Sovyetler hava sahasında ajanlık faaliyeti yapan bir U2 uçağı düşürülür ve pilotu esir alınır. İki hükümet Doğu Berlin’de esir değişimi yapmak için gayriresmi yollarla anlaşır. Bu gizli değişimde aracılık etmesi için yine pazarlık kabiliyeti yüksek iyi bir hukukçu olan Donovan görevlendirilir.
Spielberg’in filmi en başta yapım tasarımıyla dikkat çekiyor. Adeta bütün film ekibi bir zaman makinesi bulup olayların gerçek zamanına gidip çekimleri yapıp gelmişler gibi. Usta görüntü yönetmeni Janusz Kaminski’nin de bunda katkısı büyük. Filmde izlediğimiz olayların fazla Amerika gözüyle sunuluyor olmasına da çok takılmamak gerek. Zira Amerikan sermayesiyle çekilen Amerikalı bir yönetmenin filmi bu. Haliyle Amerika’daki hayatın, komünist rejimle yönetilen dönemin Sovyet Rusya’sına göre nasıl da makul, demokratik, özgürlükçü ve yaşanası bir yer olduğunu vurgulayacaktır. Amerikalıların elindeki Abel, hücresinde resim yapmasına bile izin verilen bir mahkumken Sovyet hapishanesindeki Amerikalı pilotun rezil bir hapis hayatı yaşamasının altı çiziliyor. Rus yetkililerin acımasızlığı, samimiyetten uzak soğuk duruşları gözümüze sokuluyor. 70’lerin politik paranoya filmlerindeki gibi pek fazla gri bir alan yok. İstihbarat örgütlerinin kirli tarafları yumuşatılmış.
Spielberg bu soğuk savaş gerilimini çocuğa anlatır gibi konu ediyor adeta. Eski geleneksel Hollywood sinemasına öykünüyor aynı zamanda. Tom Hanks’i James Stewart gibi oynatıyor. Oyun yazarı Matt Charman’ın enerjik diyalogları ve Coen kardeşlerin sağlam dramatik yapısı birleşince sorunsuz bir senaryo çıkıyor ortaya. Ama bu fazla düzgünlük sorunsuz bir seyir sağlıyor olsa da biraz olsun farklı bir okumaya da hiç olanak vermiyor.
Tom Hanks’in eski tadında olmadığı ise aşikar. Oyuncunun giderek büyüyen cüssesine maske gibi bir yüz eşlik ediyor adeta. Kadın oyunculardan sonra erkek oyuncuların da yüzlerine müdahale ettirmeleri normal karşılanıyor olmalı. Açıkçası Tom Hanks’in bu ‘şişkin’ haline çoğu sahnede gözümüz takılıyor. Zaten filmin asıl dikkat çekici performansı Hanks’ten ziyade Sovyet casusu Abel’i canlandıran Mark Rylance’dan geliyor.


YÖNETMEN: SELVi BOYLUMUZ AL YAZMALIMIZ


Uzun yıllardır ara verdiği yönetmenliğe dönüş yapan, Türk sinemasının sultanı Türkan Şoray, en iyi filmlerinden biri olan ‘Vesikalı Yarim’e sık sık gönderme yaptığı bir filmle çıktı karşımıza. Muğla’da şehir merkezindeki bir pavyon mecburi sebepler yüzünden Uzaklar adlı küçük bir kasabaya taşınmak zorunda kalınca, bu küçük taşra kasabası ahalisinde bir panik havası oluşur. Pavyonda çalışan baştan çıkarıcı kadınlar kasabanın kadınlarını endişelendirirken erkeklerini de, kadınlara hayran olan müstakbel müşteriler ve rahatsız olan tutucu adamlar olmak üzere ikiye böler. Kasabanın temiz delikanlısı olan Vedat’ın yeni evlenme teklif ettiği Nazlı’nın da pavyonda çalışan kızlardan biri olduğunu öğrenmesi bu itiş kakış ortamında olaylara tuz biber ekecektir...
Senaryosu Onur Ünlü’ye ait olan filmin yönetmenlikle ilgili hiçbir sorunu yok. Türkan Şoray tecrübeli bir yönetmen ve 50 yılını sinemaya adamış bir oyuncu. Bu hikayeye insan ve sinema sevgisini, emeğini ve Türk sinemasına olan vefasını yansıtmış. Bu samimiyeti görmemek imkansız. Önyargılara inat, hoşgörülü olmayı, farklılıklara rağmen birlikte yaşayabilmeyi temel alan hikayesi de güzel. Nazlı ve Vedat’ın hikayesiyle kasabalı kadınların pavyon kadınlarıyla kısıtlı ama anlamlı ilişkisi senaryonun hatasız yürütebildiği taraflar. Filmin hemen başında Atıf Yılmaz’a sonunda da Emek Sineması’na sevgi ve selam gönderen Türkan Şoray’ı alkışlamamak mümkün değil.
Ancak senaryodaki kimi dengesiz manevralar ve özellikle finale doğru ortaya çıkan sarkmalar filmin lezzetini zedelemekte. Belediye başkanının filmin bütününe uymayan karikatürize komikliği, pavyonun işletmecisi Coşkun’un komik-kötü adam profilleri arasında gidip geliyor olması, kasabanın öğretmeniyle Neriman karakterinin yarım bırakılan hikayesi, diğer pavyon kadınlarından Deniz’in (Yağmur Ünal) bir türlü tam anlatılamayan geçmişi ve final sahnesinin aceleye gelmiş izlenimi yaratması bu güzel hikayenin gücünü eksiltiyor.
Filmin en akılda kalıcı ismi ise Nazlı’yı canlandıran gencecik oyuncu Sevda Erginci. Diğer kadınların hepsi çok iyi performans gösterseler de bütünlenemeyen hikayeleri yüzünden geride kalıyorlar... Rahman Altın’ın müzikleri ve iyi seçilmiş şarkılar ise filme renk katıyor.