Türkiye’de anayasal organlar arasında yozlaştırılmadık bir kurum kalmadı. Bunların başında yargı geliyor.
Yargıyı “dehşet ve korkuyla” unvan, cüzdan ve vicdan arasında bocalayan “has odabaşı” konumuna getirdiler. Kimi savcılar kraldan fazla kralcı kesiliyor, soygunculara bodyguardlık yapma gafletine düşüyorlar.
Eğer Türkiye’de tarafsız, bağımsız, eğilip, bükülmeyen, yürekli yargıçlar olsaydı Türkiye’de ne bir diktatöre, ne paraların sıfırlatılmasına, ne de Ankara ve İstanbul’un parsel parsel satılmasına tanık olunurdu.
Herkes götürmenin bir yolu, yordamını buluyor. Kimi ihale virüsleri, kimi Deniz Feneri soyguncuları, kimi “yandaş sıfatlı” besleme medya “yağma Hasan’ın böreği” kervanına katılıyor.
Bu şekilde kimyası bozdurulan kurumlar arasında vakıflar ön saflarda yer alıyor.
Vakıflar, “kişi ya da cemaatlerce toplum yararına malını, parasını vakfedip (bağışlayarak), oluşturulan kuruluşlardır.”
Vakıflardan alınmaz, verilir. Türkiye’de kişiler, vakıflara değil, vakıflar kişilere vakfediyor.
Vakıflar, yandaş görünüp, “köşeyi dönme” aracı olarak kullanılıyor.
Başkanı olduğum TÜTAV (Türk Tanıtma Vakfı) kuruluşundan bu yana devletten en ufak bir yardım almadan 5 kıtada, 37 ülkede, 900’ü aşkın performans gerçekleştiriyor.
Bu hizmetleri nedeniyle “4 yabancı ülkeden üstün hizmet madalyası”, “bir ülkeden halk ve dostluk büyükelçisi payesi”, “iki üniversiteden fahri doktora”, “80’i aşkın kuruluştan ödül, plaket, takdirname alıyor.”
Tüm bu başarılı hizmetlere karşın tebrik ve teşekkür bir yana, kösteklemek için yapılmadık melanet kalmıyor.
Öte yandan; malum ve mahut bazı belediyeler yolsuzluklarla ilgili soruşturmalardan kurtulmak, iş adamları ise kıyak ihale alabilmek hinliğiyle Bilal Erdoğan vakfına astronomik bağışlar, akıl almaz değerde arazi tahsisleri yarışında oluyorlar.
Suudi Arabistan’dan bile yasalara aykırı olarak (100 milyon dolar Bilal vakfı hesabına yatırılıyor.) Babalarının hayrına mı?
Daha önce de açıklamıştım.
50 yıllık tek birikimim olan villa tipi evimi içindeki (hayat boyu yaptığım hizmetlerimden oluşan) müze ve tüm eşya, araç ve gereçleriyle birlikte “kültür evi” olmak koşuluyla vakfa bağışladım.
Ancak, iktidarı eleştiren yazılar yazdığım için TÜTAV’a her türlü eziyeti yapıyor, hizmet binasını elinden alıyorlar.
Bir ülkede hukuk, adalet yok olunca derdini git Marko Paşa’ya anlat.

SUÇ VE CEZA

Dünya kurulduğundan bu yana “devletleşmiş” toplumlarda yasalar ve adil bir yargı sistemiyle ulusal bir düzen ve nizam sağlanır.
Tüm dinler ve evrensel hukukta suç olan yerde ceza da vardır. Aksi halde toplumsal huzur ve güvenden söz edilemez. Biz ise “suçluları değil, suçluyu yakalayanları hapse atan” dünyada ilk ve tek ülke oluyoruz.
Yaşanan olaylar, gözlemler sonucu dinci iktidarın oluşturduğu AYM, YSK, HSYK’nın görevlerini hakkıyla yaptıklarını iddia etmek olanaksızdır.
Demokrasinin, anayasanın katledildiği bir ülkede başka bir derdimiz yokmuş gibi “muta usulü” imam nikahıyla evlenme ruhsatı veren bir anayasa mahkemesi, ibreti alem için yargı tarihine geçiyor.
“Deniz Feneri vurgunu,”, “17 Aralık eşi görülmemiş devlet soygununa takipsizlik kararı veren savcıları terfi ettiren”,
“Verdiği karar nedeniyle hakimi hakime tutuklatan” bir HSYK, aşiret devletlerinde bile görülmüyor.
Cumhurbaşkanının tarafsız kalacağına dair yemin etmesine karşın, devlet imkanlarıyla “anayasaya aykırı tüm söylem ve eylemlerine” ruhsat veren,
Ayyuka çıkmış seçim yolsuzluklarını görmezden gelen YSK, “Melih Gökçek’in belediye başkanlığını nasıl kazandığının kanıtı oluyor.”
Devletin zirvesinde “namus ve şeref” üzerine yemin etmenin bir kıymeti harbiyesi olmadığı kanıtlanınca “YSK ve yüksek yargı başkanları” (Erdoğan’dan etkilenip) “laik Cumhuriyet, anayasaya ve hukuk devletine bağlılık” yeminlerini ayaklar altına alıyorlar.
Hukuk devletinin tekrar ihdası, yargıya güvenin tekrar ihyası için mevcut “YSK, HSYK’nın yargılanması” zorunlu oluyor.
Erdoğan “YSK’nın yasa dışı izniyle” meydanlarda bir elinde Kur’an, diğer elinde pala sallamasıyla “en büyük zarar ve kötülüğü” AKP’ye yapıyor.
Iğdır’da uygarca arkalarını dönüp, kendisini protesto eden kadınlara “sıradan bir vatandaşın bile ağzına alamayacağı edep dışı bir üslup ve ifadeyle” hakaret eden bir devlet başkanını tarih yazmıyor.
Dünyada BM’ye kayıtlı 192 ülke arasında “kanun-nizam tanımayan”, “dün söylediğinin bu gün tam tersini söyleyen”, toplumu bölen, Bahçeli’nin “17-25 diye tanımladığı” bir Cumhurbaşkanını Tanrı yalnız bize nasip ediyor.
Kaderimize küselim.