Mustafa Kemal düzenli olarak yurtdışından kitap sipariş ederdi.
Paris, Londra, Roma, Viyana elçiliklerimize resmi yazıyla liste gönderir, hepsinin parasını kendi cebinden öderdi.
Fatura isterdi...
Böylece, işgüzar büyükelçilerimiz tarafından devlet kesesinden para ödenip ödenmediğini kontrol ederdi.



1930’da mesela...
Münir Ertegün, Paris büyükelçimiz oldu.
Mustafa Kemal’in şahsi talepler konusunda ne kadar hassas olduğunu bilmiyordu.
Kendisine sipariş edilen iki tarih kitabının faturasını dışişleri bakanlığına gönderdi.
Üç gün sonra, Çankaya Köşkü’nden Paris büyükelçiliğimize telgraf çekildi... “Reisicumhurun özel harcamaları dışişleri bütçesinden karşılanamaz, bundan böyle faturaları kendi adıyla kendisine göndereceksiniz” denildi!
Hatta elçinin yazışması bile beklenmedi, Paris’ten gönderilmiş olan faturalar başyaverlik tarafından dışişleri bakanlığından istendi.
571 frank tutarındaki kitap parası, Mustafa Kemal’in maaş hesabından, İş Bankası aracılığıyla Paris büyükelçiliğine transfer edildi.



Osmanlı subayıyken de, Kurtuluş Savaşı sırasında da, Cumhurbaşkanı’yken de, devlet kesesinden ayran bile içmedi, parasını ödemediği yemeği yemedi.



1927’ydi, mevsim kıştı...
Ankara belediyesinin fidanlığına geldi.
Seraya girdi, çiçekleri inceledi, salon bitkileri beğendi, sekiz adet saksı seçti.
Belediyenin bahçeler müdürüne talimat verdi, “bunları yarın köşke gönderin, siz de beraberinde gelin, sağlıklı yaşamaları için nerelere koyulması gerekiyorsa yerleştirin, nasıl bakım yapılacağını bizim bahçıvanlara öğretin” dedi.
Ertesi gün, saksılar getirildi, uygun köşelere yerleştirildi.
Mustafa Kemal’e haber verildi, geldi, inceledi.
“Gayet güzel olmuş, ne kadar ödeyeceğiz?” diye sordu!
Efendim hediyemiz olsun deseler, biliyorlar ki, milletin malını hangi yetkiyle hediye ediyorsunuz diye kızacak...
Böyle olacağını adı gibi bilen bahçeler müdürü Salih Bititci hazırlıklıydı. Bir kağıt uzattı. Seçilen bitkiler ve fiyatları yazılıydı.
Mustafa Kemal kağıdı aldı, yaverine uzattı, “ödeyiniz” dedi.
Yaver Rusuhi bey çalışma odasına gitti, bir zarf içinde parayı getirdi, “faturayı yarın gönderirsiniz” dedi.



Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, devlete ait köşke yerleştirmek için, devlete ait fidanlığın çiçeklerini bile kendi cebinden öderdi.
Yarın öbür gün laf olur diye, çiçekleri bedavaya almış veya çiçekleri devlete ödetmiş demesinler diye, fatura isteyerek belgelerdi.



Ama az, ama çok, maddi değeri olan hediyeyi asla kabul etmezdi.



1928 yılıydı...
Köşkün penceresinden bakarken, manevi kızı Nebile’nin otomobile binip gittiğini gördü.
Yaverini çağırdı.
“Derhal peşinden gidip buraya getirin” dedi.
Getirdiler.
Nebile’yi karşısına aldı...
“Sen benim kızımsın ama, bu arabalar babanızın malı değildir, millete aittir, her aklına esen buradan araba alıp gidemez” diye azarladı.



Çankaya’da görevli olan aşçı, şoför, berber, uşak, bahçıvan gibi tüm personelin yeme içme masraflarını, barınma masraflarını, köşkün tamiratlarını bizzat maaşından karşılardı.
Seyahatlerinde asla harcırah almazdı.



Kendi küpünü doldurmadı.
Devletin hazinesini doldurdu.



Bugün, ABD başkanları tıpkı Mustafa Kemal gibi yaşıyor.
ABD başkanları, Beyaz Saray’da yedikleri yemeğin faturasını bile kendi maaşlarından ödüyorlar.
Diş macunundan, kuru temizleme masrafına, ayakkabı boyasına kadar, tüm kişisel harcamalarını kendi maaşlarından ödüyorlar.
Diyelim ki, arkadaşlarını misafir olarak davet ettiler, ağırladılar, kurabiyeden çay parasına kadar, kendi maaşlarından ödüyorlar.
Beyaz Saray’ın konut bölümünde, yani başkan ve ailesinin ev olarak kullandığı bölümde görev yapan hizmetçilerin ücretini, kendi maaşlarından ödüyorlar.
ABD başkanları devletin resmi görevi haricinde devlet kesesinden bir cent bile harcayamaz.
Beyaz Saray’da kira ödemeden oturur, hepsi o.
Çünkü, monarşi değil, cumhuriyettir...
Devletin kesesi başkanın şahsi cüzdanı değildir.
Başkanlık uçağına, devletin resmi görevlisi hariç bir kişiyi bile alırsa, mesela kardeşini uçağa alırsa, first class uçak bileti kadar parayı kendi maaşından öder.
First lady’nin kuaför parasını, başkan kendi maaşından öder.



ABD başkanları 250 dolardan değerli hediyeyi alamaz.
Kanunen yasaktır.
Nezaketen kabul eder, devlete verir, evine götüremez.



Her hediye kayıt altına alınır, arşivlenir.
Görev süresi sona erdiğinde, ABD başkanına gelen hediyelerin tam listesi isim isim, maddi değerleriyle birlikte kamuoyuna açıklanır.



Bush’a gelen hediyeler arasında Dalia Lama’nın hediye ettiği çerez paketi bile vardı, sadece altı dolardı...
Sadece altı dolarlık hediyenin bile kimden geldiği, ne zaman geldiği, vatandaşa açıklanmak zorundadır.



250 dolardan pahalıysa, bakanlara da hediye veremezsin.
Senatörlere de veremezsin.
CIA başkanına da veremezsin.



Avrupa Birliği’nde görev yapan memurlara 50 eurodan pahalı hediye veremezsin, kanunen yasaktır.
50 eurodan değerli hediye verirsen, hem kabul etmez, hem de “şu ülkeden şu kişi vermek istedi” diye rapor tutarak, Yolsuzlukla Mücadele Dairesi’ne bilgi vermek zorundadır.



İngiltere’de başbakan, bakanlar ve tüm kamu personeli için 140 sterlin hediye sınırı var.
Tüm hediyeler üç aylık dönemler halinde, şeffaf şekilde yayınlanır, İngiliz halkı tek tek görür.
Başbakan David Cameron’a iPad hediye edilmişti, 429 sterlindi, başbakan bu hediyeyi çok beğendi, devlete kendi cebinden 429 sterlin ödedi, kendisine hediye edilen iPad’i devletten satın aldı.



Almanya’da devleti yönetenlere hediye uçak bileti veremezsin.
Almanya cumhurbaşkanı tatile giderken kendi cebinden ekonomi sınıfı bilet almıştı, bu uçak biletini üste para ödemeden first class’a çevirdiği ortaya çıktı, Almanya ayağa kalktı, savcılık derhal soruşturma açtı, cumhurbaşkanı halktan özür diledi, yetmedi, buradan başlayan tartışma neticesinde istifa etmek zorunda kaldı.



Siyasileri boşver, Almanya’da bir öğrenci, öğretmenine 10 eurodan pahalı hediye veremez.
Bütün sınıf toplanıp, topluca hediye almak isterlerse, farzedelim bu toplu hediye 30 euroysa, okulun denetleme kurulundan özel izin almaları gerekir.



Bir kaç ay önce...
Almanya futbol federasyonu başkanı istifa etti.
Ukrayna futbol federasyonunun kendisine hediye ettiği altı bin euroluk kol saatini kabul ettiği ortaya çıkmıştı.



Varlığıyla onur duyduğumuz, son cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer, tıpkı Mustafa Kemal Atatürk gibi, tıpkı ABD başkanları gibi, tıpkı gelişmiş-demokratik ülke liderleri gibi davrandı.
Yurtdışı seyahatlerinde şakır şakır harcaması için kendisine tahsis edilen yasal harcırahı kabul etmedi, tek kuruş almadı.
Özel telefon konuşmalarının parasını bile kendisi ödedi.
Değerli eşinin, first lady’mizin kıyafetlerini kendisi ödedi.
Oğlunu evlendirdi, tüm ikramları, masalara servis edilen su dahil, kendi kesesinden ödedi.
Nikahtan önce köşkün sayaçlarını not ettirdi, nikah sırasında tüketilen elektiği suyu bile kendi kesesinden ödedi.
Takı töreni bile yaptırmadı, hiç olmazsa hediye vermek isteyenler oldu, “sizin gelmeniz hediye” diyerek, kabul etmedi.
Yedi senelik görevi sırasında, cumhurbaşkanı olarak kendisine takdim edilen hediyeleri nezaketen kabul etti ama, asla evine götürmedi.
Mücevher takı, gümüş eşya, halı, kilim, heykel, tablo, biblo, porselen, tabanca, saat, sehpa, hatıra para, madalyon, kendisine takdim edilen 1243 parça hediyenin 1243’ünü de devlete bıraktı.
Birini bile almadı.



Ve şimdi bakıyoruz...
Mardin belediyesine kayyum atanan vali efendinin, asrın liderimize, içişleri bakanımıza, öbür bakanlarımıza 600 bin liralık gümüş hediyeler aldığı, bunların faturasını belediyeye ödettiği konuşuluyor.



Doğrusunu isterseniz, telkariymiş tepsiymiş bilezikmiş, avanta gıda kolisine oy veren sayın ahalimizi pek ırgalayacağını sanmıyorum.



Ama siyaset literatürümüz açısından çok önemli.
Çünkü, bu kayyum meselesi çıktığından beri Türkiye’de tartışılıyordu, kayyım mı denir, kayyum mu denir filan...
Meğer kuyum’muş birader!