Türkiye, ekonomide baş döndürücü bir gündemi geride bıraktı. Önce Merkez Bankası Başkanı görevden alındı, yerine AKP'li teknokrat Naci Ağbal getirildi.

Ardından hiç alışık olunmadık bir şekilde Instragram hesabı üzerinden, Berat Albayrak’ın istifası geldi. Hazine ve Maliye Bakanlığı koltuğuna Lütfü Elvan getirildi.

Koç Üniversitesi İktisat Fakültesi Ekonomi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kamil Yılmaz, SÖZCÜ’nün sorularını yanıtladı. Yılmaz, yeni atamaların sorunların çözemeyeceğini belirterek, “Çünkü, karşı karşıya bulunduğumuz sorunun temelinde siyasi otoritenin kesin belirleyici olarak ekonomi politikasına müdahalesi yatıyor” dedi.

-Ekonomi yönetimindeki kadro değişiminin yansımaları nasıl olacak?

Her ne kadar açıklamalar sonrasında TL değer kazansa da Albayrak ve Uysal’ın görevden ayrılmasıyla sorunlar çözülecek değil.

Çünkü karşı karşıya bulunduğumuz sorunun temelinde siyasi otoritenin kesin belirleyici olarak ekonomi politikasına müdahalesi yatıyor.

Bu kadro değişiminden sonra sorunlar kısa bir süre için hasır altı edilse de tekrar karşımıza geri gelebilir. 19 Kasım’da faiz artışı olma ihtimali oldukça yüksek.

Artışın büyüklüğü ve yapılacak açıklamanın bize yeni ekibin ne kadar hareket alanı olduğu konusunda bir ipucu vereceğini düşünüyorum. Öte yandan, yükselen enflasyona karşı faizlerin yükselmeye devam etmesi gerekebilir.

-Peki aksi söz konusu olursa…

İş dünyasından gelecek tepkiler üzerine siyasi otoritenin tekrar para politikasına müdahalesi söz konusu olursa 8 Kasım’daki istifa haberinin öncesine dönmüş oluruz.

Ekonomide 2014’ten bu yana katlanarak artan sorunların çözülebilmesi için siyasi otoritenin ‘maliyeti ne olursa olsun seçimi kazanmak için her şey yapılmalı’ yaklaşımından vazgeçmesi gerekiyor.

Bu mümkün değilse o zaman uygulanacak ekonomi politikalarının sonucuna bütün ülke olarak katlanmak zorundayız. Çünkü artık deniz bitmek üzere.

-Sizce, işler bu noktaya nasıl geldi?

Tüm bunlar hükümetin yanlış ekonomi politikalarının bir sonucu. AKP her seçim/referandum öncesi faizleri düşük tutmak ve kredi musluğunu açmak suretiyle piyasaları canlandırıp seçimi kazanmasını bildi.

2020 yılının başında hükümetin projeksiyonları bu yıl ya da gelecek yılı başında bir seçim düşünüldüğü izlenimini veriyordu. Covid-19 pandemisi AKP’nin ezberini bozdu.

Bakan Albayrak ve danışmanları pandeminin uzun sürme ihtimalini göz ardı edip hızlı bir çıkış yakalamak adına mayıs ayından itibaren düşük faiz ve hızlı kredi genişlemesine yüklendiler.

Bunun yol açabileceği TL’den kaçışı da, TCMB’nin döviz rezervlerini kamu bankaları aracılığıyla satmak yoluyla durduracaklarını düşündüler.

YÖNETİM ÇARK ETTİ


-Rezervler tükenince sürdüremeyeceklerini mi anladılar?

Mayıs ortasından Temmuz’un son haftasına kadar yaşanan dolar/TL’nin 6.85 civarında çakılı kaldığı bir ‘kur tutulması’ yaşadık. Ancak eldeki rezervler sonsuz değildi. Geçen yıldan bu yana piyasalara satılan 100 milyar dolarlık rezervin sonucunda, swap’ların da çıkarılmasıyla bugün TCMB’nin net rezervinin 48 milyar dolar ekside olduğunu biliyoruz.
Rezervler iyice azaldıktan sonra uygulanan bu politikanın sürdürülemez olduğunu gören ekonomi yönetimi çark etti ancak onun için gereken faiz artışını da yapabilmeleri için Cumhurbaşkanı’nı ikna etmeleri gerekiyordu. Cumhurbaşkanı da, büyük bir olasılıkla, ‘daha birkaç hafta önce durum çok iyi diyordunuz şimdi ise faiz artırmamız lazım diyorsunuz’ diyerek 22 Ekim’deki faiz artışına onay vermedi. Bundan sonra da olayların gelişimi hepimizin malumu.

GELİRLER ARTMIYOR, BORÇLAR KATLANIYOR


-İçinde bulunduğumuz ekonomik krizi kabullenmeyip, ‘dönüşüm’ olarak nitelendiren bir söyleme şahit olduk. Sizce Türkiye ekonomisi rasyonel bir politika ile yönetiliyor mu?

Vatandaşların refahı açısından baktığımız zaman son yıllarda uygulanan ekonomi politikasını hem ekonomik anlamda hem de siyasi anlamda rasyonel olarak adlandırmamız mümkün değil.

Bugüne kadar özellikle sabit gelirli vatandaşlar yüzde 10’lar civarında seyreden ve arada bir yüzde 20’ye vuran enflasyonla gelir kayıpları yaşadılar.

Pandemi döneminde hükümetin yaptığı ciddi politika hataları sonucunda bugün geldiğimiz noktada, küçük büyük şirket sahibi, özel sektör girişimcisi, işçi, kamu çalışanı, emekli kime bakarsanız bakın herkes büyük bir belirsizlikle karşı karşıya.

Burada herkesin anlayacağı çok basit bir hesap yapmak gerekiyor. Bizim dış borcumuz 450 milyar dolar civarı. Dolar/TL kurunda 28 Temmuz-6 Kasım arasında yaşanan 1.7 liralık artış (6.85’ten 8.55’e) dış borç yükümüzü 765 milyar lira arttırdı.

Bu artış cari fiyatlarla 2020 milli gelirimizin yaklaşık yüzde 15’ine karşılık geliyor. Bu üç buçuk ayda gelirimiz artmadığı için sadece kur artışından ortaya sırtımıza ek bir borç yükleniyor.

Sadece siyasi açından baktığınız zaman da hükümet rasyonel bir politika izlemiyor. Önümüzdeki bir yıl içinde piyasalarda ve ekonominin genelinde istikrar sağlanmadan düşük faiz ve hızlı kredi genişlemesine dayanan politikalara hızlı bir dönüş olursa TL’nin tekrar baskı altında kalması kaçınılmaz.

Bu politikalarda ısrarcı olunması durumunda 2001’e benzer bir krize yol açılabilir. Ülke nüfusunun neredeyse tamamını olumsuz etkileyecek bir ekonomik kriz sonrasında hiçbir iktidar ayakta kalamaz.

Öncelikli olarak ne yapılmalı?

Merkez Bankası’nın politika bağımsızlığı tekrar sağlanmalıdır. BDDK’nın da bankacılık sektörünün daha fazla kredi vermesi için çabalayan bir kurum olmaktan çıkıp asıl misyonu olan para politikası faizini gerektiği kadar arttırıp enflasyonun kontrolden çıkmasını engellemesi gerekiyor.

Böylece Kasım başında 2020’nin en çok değer kaybeden parası olan TL’nin de kayıplarının bir kısmını geri kazanması ve daha da önemlisi kur oynaklığının ve onun yarattığı makroekonomik belirsizliğin azalması mümkün olabilir.

"UMARIM GEREKLİ DERSLER ÇIKARILIR"


-İktidarda kalma çabası sonuçta yine toplumu yoksullaştırıyor…

Türkiye iktisat tarihine baktığınızda şunu görüyoruz: İktidardaki parti ya da partilerin amacı ‘ne olursa olsun iktidarda kalmaya devam etmek’ olduğu zaman ve iktidarı denetleme mekanizmaları yetersiz olduğu için hükümetler ekonomi yönetiminden sorumlu Merkez Bankası’nı kendi iktidarlarını uzatabilmek adına kullanmaktan kaçınmıyor.

Durum 1950’lerin ikinci yarısında Adnan Menderes döneminde de böyleydi; 1970’lerin ikinci yarısında Demirel ve Ecevit döneminde, 1990’larda Tansu Çiller, Mesut Yılmaz döneminde de böyle oldu.

Merkez Bankası’ndan kullandıkları avanslarla bütçe açıklarını kapatan hükümetler bunu bir süre devam ettirebildiler. Ancak sonuçta kronik hale gelen bütçe açıkları bir yandan enflasyona, bir yandan da TL’nin aşırı değerlenmesiyle cari açığa neden oluyordu.

Sorunlar bu şekilde katlanırken uluslararası piyasalardan kredi bulmak zorlaştıkça ödemeler dengesiyle başlayan bir ekonomik kriz kapıya dayanıyordu. Her defasında hükümet IMF’nin kapısını çalmak zorunda kalıyordu. Yukarıda da anlattığım gibi bazı farklılıklar olsa da şimdi de durumun özü aynı.

Doğrudan kamu harcamalarıyla değil ama AKP her seçim/referandum öncesi faizleri düşük tutmak ve kredi musluğunu açmak suretiyle piyasaları canlandırıp seçimi kazanmasını bildi. Ancak bu arada ekonomide kırılganlıklar katlanarak arttı.

Bundan sonra sadece seçim kazanma hedefiyle uygulanacak popülist ekonomi politikalarının yeni bir krize yol açmak gibi bir yüksek maliyeti olacaktır.

Umarım geçtiğimiz hafta sonunda hükümette en üst düzeyde yaşanan yönetim krizinden gerekli dersler çıkarılır ve hükümet önümüzdeki birkaç yıl kısa vadeli popülist politikalardan uzak durur.