“Avrupa fatihi, Davos fatihi, dünya lideri, dokunmak bile ibadettir, top oynarken Beckenbauer gibiydi, karizmatik, çok yakışıklı, etkileyici bir yürüyüşü var, ses tonunu çok beğeniyorum, Allah’ın 300 yılda bir nasip ettiği lider, çok tatlı bir insan, nazik ve centilmen, gözünün kılıyım, yalarım, kendisini parkasız Deniz Gezmiş olarak görüyorum, kendisine aşığım, iki erkek arasında böyle ilahi aşk olabiliyor, anam babam çocuklarım feda olsun” diyenleri duymuştuk... En son “Allah çocuklarımın ömrünü alsın, size versin” diyeni de duyduk.



Osmanlı döneminde tarifesi vardı bu işin...

Gönüllülük esasıyla değil, ücret mukabili çalışıyorlardı.



Burnuna fiske vurma mesela, fiske başına 20 paraydı.

Başına kabakla vurma, her seferinde 20 paraydı.

Suratına tokat atma, tokat başına 30 paraydı.

Oturduğu minderden aşağı yuvarlama, latife başına 30 paraydı.

Suratına mürekkep veya kömür sürme, 37 paraydı.

Bir salkım üzümü, bir defada, sapıyla beraber yedirme, 40 paraydı.

Kafasını tokatlama, tokat başına, 40 paraydı.

Dişlerini birbirine çarptırarak, leylek gibi çatırdatmak, 60 paraydı.

Üzengisi olmayan haşarı beygire bindirip, temaşasından memnun kalınırsa, 300 paraydı.

Kuyruğu dışarda kalacak şekilde fındık faresini ağzına sokma, 400 paraydı.

Bostan dolabına bağlayıp, bir müddet su içinde durdurmak şartıyla, bostan kuyusu içinde her devri, 600 paraydı... Bu latife sırasında boğulup ölürse, cenaze masrafı latifeyi yapana aitti.



Padişahımız efendimize, devlet kapısına, yüksek mevki sahibine yardakçılık yapan bir karakterdi, tıynetti.

Ama aslında, meslekti.

Loncası, kahyası, nizannamesi, ücreti vardı.



(Rahmetli tarihçimiz Reşat Ekrem Koçu, tee 50 sene önce Hayat Tarih Mecmuası’nda bu kadim mesleğin detaylarını ortaya koymuştu.)



Padişahımız efendimizin huzurunda küçücük minderlere otururlar, saygıda kusur etmezler, nabza göre şerbet verirler, padişahımız efendimiz her ne söylerse söylesin, hem başlarıyla hem sözleriyle fevkalade tasdik ederlerdi.

“Efendimizin yanlışı, benim doğrumdan doğrudur” derlerdi.

Kavukları daima emme basma tulumba gibi yukarı aşağı hareket ederdi, asla itiraz etmezlerdi.



Padişahımız efendimizin canı patlıcan çekmiş, yapmışlar, afiyetle yemiş, “şu patlıcan ne güzel sebzedir yahu” demiş.

Dalkavuk derhal onaylamış, “ağzınızın tadını biliyorsunuz haşmetlim, şu patlıcan öyle lezizdir ki, kırk çeşit yemeği olur, tatlısı olur, turşusu olur, insan yemeğe doyamaz, parmaklarını yer” demiş.

Ertesi gün...

Padişahımız efendimiz tersinden kalkmış, çatacak yer arıyor.

Bir gün önce çok beğendi diye gene patlıcan pişirip, sofrasına getirmişler.

Öfkeyle kükremiş bu sefer, “ne bu yahu, hergün patlıcan hergün patlıcan, bari bir şeye benzese” diye bağırmış.

Dalkavuk atılmış hemen, “valla haklısınız haşmetlim, ne yemeği yemek, ne tadı tat, zaten kara kuru bir şey” demiş.

Padişah iyice öfkelenmiş, “ulan sen değil miydin, daha dün patlıcanı yere göğe sığdıramayan? Alay mı ediyorsun benimle?” diye haykırmış.

Dalkavuk sırıtarak eğmiş boynunu, “aman haşmetlim, yanlış anlaşılmasın” demiş, “ben sizin dalkavuğunuzum, patlıcanın değil!”



Tam olarak böyleydiler.

Yağlar, pohpohlar, şakşaklarlardı.

Neşe saçarlar, keyiflendirirler, efendimizi kederden uzak tutarlardı.



Kahkaha Molla, Latif Çelebi, Sansar Ağa, Sülün Bey, Çıplak Kadı, Kız Pehlivan, Hacı Fışfış, Hacı Şamandıra gibi lakapları vardı. Padişahımız efendimizi eğlendirecek, yüzünü güldürecek lakaplar seçerlerdi.



E, şimdi bakıyoruz...



Saray var.

Soytarıları var.

Fetvacıları var.

Kapıkulları var.

Mabeyinci var.

Çeşnicibaşı var.

Hekimbaşı var.

Devlette devamlılık esastır...

Dalkavuklara da kadro verilsin, yazıktır!