1921 yılıydı.

Kurtuluş Savaşı’nın göbeğiydi.

Amerikalı gazeteci Clarence Streit, Ankara’ya geldi.

Philadelphia Public Ledger gazetesinin muhabiriydi.

Aslında gazeteci kimliğinde istihbaratçıydı.

Halide Edip aracı olmuştu, Mustafa Kemal’le röportaj yapacaktı.

Sokaklarında develerin dolaştığı, kağnıdan başka taşıtın olmadığı, yoğun toz bulutları içindeki Ankara kasabasında “Hamlet” seyretti!

Çünkü...

Otello Kamil’in gezici kumpanyası gelmişti.

Otello lakabıyla tanınan Kamil Rıza’nın tiyatrosuydu.

Anadolu’yu Shakespeare’le tanıştıran tiyatrocuydu.

Ahırdan bozma binada, gaz lambalarının ışığında oynuyorlardı.

Kuvayı Milliye’nin vizyonunu yansıtıyordu.

En karanlık günlerde bile, halka “sanat”la moral veriyorlardı.

Amerikalı gazeteci/istihbaratçı gördüklerine inanamamıştı.

Şöyle not almıştı...

“İngilizlerle savaş halindeler ama, Shakespeare’in eserini sahneye koyuyorlar ve coşkuyla alkışlayarak seyrediyorlar. Türkler bu davranışlarıyla, sanatın milli sınırları olmadığına beni ikna ettiler. Üstelik bunların hepsi savaş sırasında oluyor!”



Aynı günlerde, Nazım Hikmet de Ankara’daydı.

Yakın arkadaşı Vala Nurettin’le birlikte, 1921’in yılbaşı günü İstanbul’dan takayla İnebolu’ya geçmiş, kah yürüyerek, kah at arabasıyla, dokuz günde Ankara’ya ulaşmıştı.

Henüz 19 yaşındaydı.

Yıllar sonra şunları yazacaktı...

“Ankara’da 1921 kışında, ahırdan bozma salaş bir tiyatroda, gaz lambalarının ışığında ve ikide bir soğuktan avuçlarıma hohlayarak Otello Kamil’i seyrettim. Ömrümde ilk defa Şekspir’i seyrettim. Kamil bir gezgin aktördü. Vahram Papazyan’ın çırağıydı, onun üslubuyla oynadığı söylenirdi. Ankara’da kaldığım aylar içinde Venedik Amirali’ni belki on kere oynadı, ben her keresinde ordaydım.”



Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı, Batı Anadolu Kuvayı Milliye komutanı Ali Fuat paşa, Nazım Hikmet’in dayısıydı.

Onun aracılığıyla Meclis’e gitti, Mustafa Kemal’le tanıştı.

O an’ı şöyle yazacaktı...

“Yüreğim çarpıyor.

Sert bir mavilik gördüm.

Sonra bir altın sarısı.”



Ve, yine aynı günlerde, işgal altındaki İstanbul’un en popüler adresi Maxim’di.

Frederick Bruce Thomas tarafından işletiliyordu.

Amerikan kökenli “siyah” Rus vatandaşıydı!



Mississippi’de dünyaya gelmişti.

Annesi-babası köleydi.

18 yaşındayken gemiye atlamış, Avrupa’ya geçmişti.

İngiltere, Almanya, İtalya, Fransa, hem gezip dolaşmış, hem otellerde garson olarak çalışmıştı.

En son Rusya’ya gitmiş, Moskova’ya yerleşmişti.

Rus vatandaşlığına geçmiş, adını değiştirmiş, Fyodor Fyodoroviç Tomas yapmıştı.

Çok uyanık bir delikanlıydı.

Sermaye koyacak ortaklar bulmuş, Aquarium adıyla gece kulübü açmıştı, Amerikalı boks şampiyonlarını Moskova’ya getirmiş, gösteri maçları yaptırmıştı, zamanla işi büyütüp, Maxim’i açmıştı.

Moskova’nın en ünlü eğlence mekanı haline getirmişti.

Zengin olmuştu.

Ama, Bolşevik devrimi patlayınca, hayatı allak bullak olmuştu.

Odesa’dan gemiye atlayıp, 1919’un nisan ayında İstanbul’a gelmişti.

İstanbul’da yine sıfırdan başlamış, sermaye koyacak İngiliz ve İsviçreli ortaklar bulmuş, Şişli’de Stella adında bahçe-restoran açmıştı.

İstanbul’u caz’la tanıştırmıştı.

ABD’den caz orkestraları getirmiş, müthiş para kazanmıştı.

İşte bu Amerikan kökenli siyah Rus, 1921 yılında Taksim’e Maxim’i açmıştı.

Siyah müzisyenler caz yapıyor, Avrupalı revü kızları dans ediyordu, birbirinden güzel Rus kızları garsonluk yapıyordu, dolup taşıyordu.

Öylesine popülerdi ki, en başta Amerikan elçisi, İstanbul’daki bütün diplomatlar resmi davetlerini Maxim’de veriyordu.

Kurtuluş Savaşı kazanıldı, işgal sona erdi, Cumhuriyet ilan edildi.

Thomas’a dokunulmadı.

Çünkü, Kuvayı Milliye vizyonu yine devreye girmişti.

Halkın morale ihtiyacı vardı.

Kapatmak bir yana, aksine teşvik edildi.

Bebek’te deniz kenarında La Potiniere adıyla yeni bir mekan açtı, Tarabya’da Villa Tom adıyla yeni bir mekan açtı.

Caz’ın yanısıra, İstanbul’a İtalyan müziğini getirmişti.

Cumhuriyet’i kuran kadro biliyordu ki, hayat devam ediyordu, travma yaşayan toplumu ancak sanat, müzik, tiyatro tedavi edebilirdi.



Şu anda imkanınız varsa, girin internete lütfen... Marilyn Monroe’nun Kore Savaşı’nda Türk askerleriyle kol kola fotoğraflarını görürsünüz.

O an itibariyle dünyanın en şöhretli kadını olan efsane yıldızın, Mehmetçik üniforması giyip, Türk askerleriyle hatıra fotoğrafı çektirdiğini görürsünüz.

Çünkü, Pentagon’un ricasıyla Kore’ye gitmiş, on gün kalmış, konserler vermiş, cepheleri dolaşmış, hem savaşan askerlere, hem de memleketlerinde endişeyle bekleyen ailelerine moral vermişti.



Kıbrıs Barış Harekatı denilince mesela, ilk aklımıza gelenlerden biri “Bir Başkadır Benim Memleketim” değil mi?

Hepimizin hafızasına adeta mıh gibi çakılan, Ayten Alpman’ın o muhteşem sesi, yorumu değil mi?



Pandemi de bir nevi topyekün savaş olduğu için, savaşlar üzerinden örnekler verdim.

Zor zamanlarda halka moral vermenin en iyi yolu, sanattır, müziktir, tiyatrodur.



Fiziksel sağlığımızı korumaya çalışırken, duygusal sağlığımızın bağışıklık sistemini de ayakta tutmak zorundayız.

Bu nedenle... ABD’den Almanya’ya, Japonya’dan Avustralya’ya, tüm gelişmiş ülkelerde “sanata destek fonları” devreye sokuldu.

Sosyal izolasyonlar nedeniyle işini kaybeden tüm sanat profesyonellerine hibe yoluyla para ödeniyor.

Aylık iki bin euro ödeyen ülke var, üç bin euro ödeyen ülke var.

Bir defalığına değil... Kısıtlamalar başladığından beri, konser salonları, tiyatrolar kapatıldığından beri, her ay düzenli ödeniyor.

Sadece sanatçılara değil, mekanlara da, sanat galerilerine, özel müzelere de maddi destek veriliyor.



Bizde?



Bin lira veriyorlar.

O da bir defaya mahsus.



Televizyonlarda/radyolarda konserler organize edeceklerine, tiyatrolar göstereceklerine, bir yandan salgın, bir yandan ekonomik sıkıntılar yaşayan vatandaşın moralini yükseltmek için sanatçılardan yardım isteyeceklerine, sadaka verir gibi, bin lira veriyorlar.



Sanatçılarımıza reva görülenler nedeniyle utanıyoruz.

Ama, tek tesellimiz var...

Hakettikleri maddi/manevi saygınlığı görmeyen sanatçılarımız, bunu yapanları hakettikleri biçimde tarihe yansıtacak, eminiz.