Kadıköy...

Özgürlük Parkı...

Üç heykel...

Ressam Abidin Dino, gazeteci-yazar Oktay Akbal ve gazeteci-yazar İlhan Selçuk... Ağaçların arasında kocaman heykeller... Ortalarına geçiyorum ve konuşuyorum onlarla...

Dilime Nazım Hikmet’in “Saman Sarısı” şiirinden dizeler takılıyor:

“...Abidin’e söylemeli de resmini yapsın

Beyazıt Meydanı’nda şehit düşenin ve

Gagarin Yoldaşın ve daha adını sanını kaşını

gözünü bilmediğimiz Titof Yoldaşın ve

ondan sonrakilerin ve tavan arasında yatan

genç kadının... Küba’dan döndüm bu sabah...

Küba meydanında altı milyon kişi akı karası

sarısı melezi ışıklı bir çekirdek dikiyor

çekirdeklerin çekirdeğini güle oynaya

sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin

işin kolayına kaçmadan ama...”

Abidin Dino cevap veriyor Nazım’a:

“...Hasretle kucaklayabilseydim/Seninle, bir daha/Davullar çalsa, zurnalar söyleseydi/Bağrımıza bassaydık seni Nazım/Yapardım mutluluğun resmini/Başında delikanlı şapkan/Kolların sıvalı, kavgaya hazır/ Bahriyeli adımlarla düşüp yola/ Gidebilseydik meserret kahvesine/İlk karşılaştığımız yere/ Ve bir acı kahvemi içseydin/Anlatsaydık/O günlerden, geçmişten, gelecekten/Ne günler biterdi/Ne geceler.../Dinerdi tüm acılar seninle/Bir düş olurdu ayrılığımız/Anılarda kalan/Ve dolaşsaydık Türkiye’yi/Bir baştan bir başa/Yattığımız yerler müze olmuş/Sürgün şehirler cennet/İşte o zaman Nazım/Yapardım mutluluğun resmini/Buna da ne tual yeterdi/Ne boya...”


Aşık’ın kahvesinde illegalite


Söze Oktay Akbal giriyor ansızın... Cumhuriyet’in çınarıydı ve ‘sürgün şehirlerin cennet’ olmasını isteyenlerden. Bakın Nazım’ın şiirlerini gizli gizli okuduklarını 28 Haziran 2012’de nasıl anlatmış:

...Aşık’ın küçük kahvesinde buluşurduk. Şehzadebaşı’nda fırının yanında bir yer. Gazeteler var okunacak, kahve, çay, gazoz, söyleşiler. Yalnız yaşlılar değil, biz gençlerin de sevdiği bir yer. En başta Aşık’tı bizi oraya çeken. Anadolu’nun doğusunda bir yerden İstanbul’a gelmiş, ama kendini hâlâ oralarda sanan bir genç adam. “Vahdi daha gelmedi mi” diye sordum... “Nerdeyse gelir” dedi. “Son getirdikleri bende, istersen vereyim. Ama burda okuma, eve götür, orda...” İnce pelür kâğıdına yazılmış şiirler. Bir okul defterinin yapraklarında saklanmış... Bir gizlilik, bir korku... Ya birileri görürse!.. Bir dosya tutmuştu Nazım Hikmet’in şiirleri... Çoğu ezberimdeydi. “Çıkıyor kayık, iniyor kayık, devrilen bir atın sırtından inip şahlanan bir ata biniyor kayık.” Kim yasaklamış bu şairi? Anlamak zordu. Bir lise öğrencisi bu güzel şiirlerin neden korku verdiğini anlamıyordu. Okulda, sınıfta bir iki arkadaş vardı bu konuda konuşabildiğim. Oysa ebzerlemiştik; “Akıyordu su / Gösterip aynasında söğüt ağaçlarını / Salkım söğütler yıkıyordu suda saçlarını” diye bir şarkı gibi. Vahdi’yi bekliyorduk. Nazım’ın yeni şiirlerini getirmesini... Okulda öğretmenimize soramıyorduk bu yasaklamanın nedenini. Oysa apaçıktı, iktidardakiler şiiri bir karşı silah sayıyorlar, korkuyorlardı. Bir gün Nazım aydınlığa çıkıverdi! Doğan Avcıoğlu’ydu dergisinde Nâzım’ın adını anan, şiirlerini sunan. Bir kara perde yıkılmıştı. Korkular uçup gitmişti. Halkımız şairine kavuşmuştu. Doğan Avcıoğlu da bir anda kişiliğiyle sevgimizi kazanmıştı. Vahdi’yi gördüm o günlerde. Evindeki bütün Nazım Hikmet kitaplarını kahveye getirdi. Hepsini okumuş, ezberlemiş, saklamış dolaplarda... Vahdi daha sonra partiye girdi. Bu yüzden işinden oldu. Hapislerde yattı. Kahveye uğramıyordu artık. Başka bir dünyanın insanıydı. Öyle ya, Nazım’ı okumayı, sevmeyi, vatan hainliği sayanlar vardı. Yıllar böyle geçti korkuyla. Vahdi’ler toplumun öncüleridir. Bugün de yarın da... Şiiri bir yaşama nedeni sayanlar korku nedir bilmez!


YÖN Dergisi zinciri kırdı


İlhan Selçuk da YÖN Dergisi’nde Nazım’ın şiirlerinin nasıl basıldığını 13 Ocak 2002’de, köşesinde şu cümlelerle anlatmıştı:

...Yön Dergisi de ancak 27 Mayıs 1960’tan sonra oluşabilen ortamda çıkarıldı. Dergiyi simgeleyen adlar Doğan Avcıoğlu, Mümtaz Soysal, İlhami Soysal, İlhan Selçuk... Bir akşam sofrada söyleşiyoruz, Doğan Avcıoğlu birdenbire sordu: Nazım’ı yayımlayalım mı?.. Sordu, ama, kararlı görünüyordu, bir süre sustum, düşündüm, Mümtaz Soysal’ın haberi var mıydı?.. Bu yayının sonu ne olabilirdi?.. Hepimizin tozunu atarlar mıydı?.. Tartışmaya başladık; bu mucize gerçekleşebilir miydi? “Komünistlik, Moskovacılık, vatan hainliği’’ iftiralarını nasıl göğüsleyebilirdik?.. Nazım’ın “Kurtuluş Savaşı Destanı” ndan başlanırsa, kim ne diyebilirdi ki?.. İlk şiirler Yön’de bomba gibi patladı; Nazım Hikmet’i tanımayanlar allak bullak oldular... Yasak delinmiş, tabu yıkılmış, Nazım Hikmet kendi vatanında yayımlanabilmişti... Ne garip bir öykü değil mi!..