Marmara, Salya sümük ağlıyor.

Ölümüne sadece kendisi ağlayan kimsesiz bir deniz. 

Üstü, irinli bir sümük benzeri yeşilimsi beyaz bir tabaka ile kaplandı. Bilimsel adı Müsilaj bu belanın. Kalın bir tabaka. Ne ışığı ne de oksijeni alt tarafa salıyor. Deniz canlıları ne nefes alabiliyor ne de bu yapış yapış sümük içinde hareket edebiliyorlar.

Ölüyorlar yani!. Bir deniz yok oluyor yani!..

Tek kurtuluş çaresi olarak “hortumlamayı” buldular. Ama bu hortumun bir ucu cebe akmadığı için işi çok ciddiye alacaklarını sanmıyorum. 

Bu yok oluşun başlangıç tarihi dün değil. Dünden de eski. Yaşıma bakıp, bu ölümü ben görmem diye teselli bulmuştum. Görmek nasip olacakmış meğerse.

Müsilaj, özellikle başka haberleri yazamayan gazetelerin boş kalan manşetlerini süslüyor şimdi. Televizyonlarda uzmanlar fikir yarıştırıp  duruyorlar. Sanırım ıncığını cıncığını öğrenmişsinizdir bu irinli sümüğün.

Onun için bu konuda bir şey söylemeyeceğim.

Ben, göz göre göre gelen bu ölümün yok ettiklerini anlatmaya çalışacağım.

Biraz gerilere gidelim. Yani Marmara’nın kanlı canlı, masmavi olduğu günlere.

O zamanların Balıkhane Müdürü Karakin Deveciyan, günde 80 çeşit balık geldiğini tarihe not düşmüş. Hepsi Marmara’nın ya çocuğu ya yolcusu: Barbunya, tekir, levrek, torik, gümüş, istavrit, uskumru, izmarit, kayabalığı, iskorpit, lüfer, kalkan, pisi, dil, kırlangıç, zargana.

Artık çoğu yok! Şimdiki İstanbullular neye benzediklerini bile bilmiyorlar bu balıkların!

Kalanlar ise bitti, bitecek. Sayıları o kadar azaldı ki, balıkçı tablaları mücevher dükkanı vitrinine döndü. Seyret ve yutkun!

Azalanlar arasında Boğaz’ın ve Marmara’nın kralı palamut var.

Tarih kitaplarına düşen notlara göre, Palamut bize Bizans'tan miras kalan bir balık. O dönemde bu balık o kadar çoktur ki, Bizans'ı, kuşatmalarda açlıktan kurtarır. Onun için, M.S 1. ve 3. yüzyıllar arasında basılan bronz sikkelerin arka yüzünde palamut kabartması yer alır.

Rivayet odur ki, o zamanlarda palamut sepetlerle yakalanırmış. Hatta eliyle yakalayanlar da olurmuş.

Ben o dönemlere yetişmedim ama Ortaköy Camii’nin önünden, civalı zoka ile palamut çektiğim çok olmuştur. Kovamı tıklım tıklım doldurup, mahallede konu komşuya dağıtıp, hayır duası almışımdır.

Artık o bolluk yok. Karadeniz’de ağlara bir kaç düzine takılırlarsa ne ala. Boğaz’dan geçip, Marmara’da cirit atan palamutlar tarihe karıştı. Ekmek arasındaki yerini bile Norveç uskumrusuna kaptırdı.

Kral olur da kraliçe olmaz mı?

Lüfer bu suların kraliçesidir. Boğaz’ın ve Marmara’nın lüferinin lezzeti, dünyanın hiç bir yerinde yoktur. Marmara’dan güneye doğru gidince tadı kaybolur, samanlaşır.

Lüfer de bitti bitiyor. Onun durumu palamuttan da perişan. Bir kaç yıla kalmaz müzedeki yerini alır sanırım.

Yine Ortaköy’de, kıyıdan yemli oltayla bol bol kayabalığı yakalardım. Çorbası çok lezzetli olurdu. İzmaritler, çipura büyüklüğündeydi. Tulum çıkartıp, ızgarada pişince damakları çatlatırdı.

Büyükada civarında tuttuğumuz kırlangıçlara uzun yıllardan beri rastlayamıyorum. Ada sularının lezzetli balığı Mercan da yok oldu gitti.

Samatya kıyılarındaki istiridye, midye, tarak, çağanoz, karides tarlalarının yok oluş tarihi ise çok eski. Sadece Balıkhane Müdürü Karakin Deveciyan’ın yazdığı kitaplarda bu tarlaların varlığını öğrenip, hayrete düşüyorum.

Paşabahçe, Kızkulesi, Sarayburnu, Baltalimanı, Güney Marmara’nın yakışıklısı levrek de tasını tarağını toplayıp, çiftliklere teslim oldu.

Lüfer, torik gibi canavar balıkların saldırısından korktuğu için Marmara’nın derinlerinde saklanan uskumru da tarih oldu çoktan. Balıkçılar, balıktan anlamayana kolyozu, uskumru diye yutturuyorlar. 

Artık oltaların ucuna sadece İstavrit takılıyor. Allahtan hala bol ve çok lezzetli.

Balıklarla birlikte o kadar çok şey daha yok oldu ki, İstanbul İstanbul olmaktan çıktı. Sadece İstanbul değil, Marmara’nın kıyılarındaki yaşam çehresini değiştirdi.

Özetlersek, Marmara’nın ölümü dün başlamadı. Ölümün başlangıç tarihi eskilere dayanıyor. 

Denizi İstanbul’da görenler, ona sevgiyle yaklaşmadı. Zaten onların beslenme listesinde balık yer almıyordu. Yüzmeyle de araları iyi değildi.

Onlar için deniz demek, lağımların aktığı, kirli suların pompalandığı, Haliç’in balçık çamurunun atıldığı, hafriyat artıklarının döküldüğü bir su birikintisiydi o kadar!

Hiç bir İstanbullu, hiç bir Marmaralı, Rize, İkizdereli köylü kadınların direnişinin binde birini gösteremedi.

Marmara da umudunu yitirdi, yoruldu ve son nefesini veriyor.

Bundan sonra akacak göz yaşları timsah gözyaşlarına benzeyecek.