Dilek...

23 yaşındaydı.

Trakya Üniversitesi İngilizce öğretmenliği bölümü öğrencisiydi.

Kanser hastasıydı.

İlaç yoktu.

İnsana insan olarak bakmayan, hastaneye dükkan, hastaya müşteri olarak bakan çarpık sağlık politikaları nedeniyle, kanser ilaçları piyasada bulunamıyordu.

Sıkıntı iki senedir devam ediyordu, artık dayanacak hal kalmamıştı.

Kanser hastası vatandaşlarımız adeta gizli gizli kokain satın alır gibi, illegal satıcıların, kaçakçıların, karaborsacıların eline düşmüştü, üç kuruşluk ilaçlara bile yüz katı fiyat isteniyordu.

Eczacılar aylardır çırpınıyor, her buldukları platformda dertlerini anlatıyor, çözüm yollarını anlatıyorlardı ama, nafile... Hükümet tınlamıyor, sayın medyamız sansürlüyor, hayati meselenin üstü örtülüyordu.

İşte tam o günlerde, şehircilik bakanımız Edirne’deydi, beraberindeki dalkavuk ordusuyla beraber namaz kılmak üzere Selimiye Camisi’ne geldi.

Dilek koşturdu... Caminin önüne geldi, tüm kanser hastaları adına sesini duyurabilmek için bakanın yanına yaklaştı, “hayati önemdeki ilaçlarımızı bulamıyoruz” dedi.

Şehircilik bakanı elini cebine attı, cüzdanından papelleri çıkardı, başımın gözümün sadakası olsun der gibi, Dilek’in cebine sokuşturdu, “düşürme sakın, orda epey para var” diyerek, sıkı sıkıya tembihledi, etrafındaki dalkavuklar sırıtıyordu, yürüdü gitti, namaza durdu.

Cami kapısında tek başına kalakalan Dilek, oradan ayrılmadı.

Bekledi.

Bu onurlu genç kızımızın derdi para değildi.

Sessiz sessiz ağlıyor, sabırla namazın bitmesini bekliyordu.

Namaz bitti, bakan camiden çıktı.

Dilek hıçkıra hıçkıra ağlayarak bakanın yanına tekrar gitti, cebine sokuşturulan parayı bakanın eline tutuşturdu.

Gözyaşlarıyla “ben dilenci değilim” dedi.

“İnsanlık konusunda bir kez daha hayal kırıklığına uğradım, görüyorum ki, çaresizliği hayatınızda hiç tatmamışsınız, yanınıza biri yardım için geldiğinde eliniz cebinize değil, vicdanınıza gitsin” dedi.

Ağlaya ağlaya uzaklaştı.



Hafızalarımıza mıh gibi çakılan bir an’dı.

Vatandaşını cami avlusunda simit kırıntısıyla beslenen güvercin gibi gören hoyrat politikacılara ve trajedilerde bile pişmiş kelle gibi sırıtan dalkavuklara... İbret dersiydi.



İnsanlığını unutan Türkiye’ye, bu memlekette hâlâ insanların yaşadığını hatırlatmıştı.



Maalesef, beş yıl direnebildi.

Henüz 28 yaşındayken, son nefesini verdi.

Dilek’in hayatını kaybettiğini öğrendiğimiz an, bu memlekette insan olarak kalmayı başaran herkesin kendisini çaresiz hissettiği bir an’dı.



Ve, şimdi bakıyoruz...

SMA’lı bebeklerimiz var.

Uzun uzadıya anlatmama gerek yok, hepiniz biliyorsunuz, bir umut ışığı doğmuş, iki yaşına gelmeden gen tedavisine başlamaları gerekiyor, en azından anne babaları böyle bir umut olduğunu düşünüyor, umutlanmak için somut örnekleri var, dünyada 35 ülkede uygulanıyor, çocuklarını kurtarabilmek için çırpınıyorlar, ABD’ye götürmek veya gen tedavisinde kullanılan ilacı satın alabilmek için sosyal medya üzerinden yardım kampanyaları düzenliyorlar, sanatçılardan sivil toplum örgütlerine, herkes elinden geldiğince bu kampanyaya destek olmaya, duyurmaya çalışıyor, bir bebeğin hayatını bile kurtarsak ne mutlu bize diye “imece” yapılıyor.



Sağlık bakanımız çıktı...

“Kirli kampanya” dedi iyi mi.



“Kobay” filan dedi.



“Görüyorum ki, çaresizliği hayatınızda hiç tatmamışsınız...”

Zihnimde çın çın çınlıyor Dilek’in sözleri.



Öylesine şirazesinden çıkmışlar ki kardeşim, utanmasalar, bebekler hükümetimize komplo kurmak için hastalanıyor diyecekler yani.