Hatırasını sadece albümde değil, duygu dünyamda taşıdığım bir fotoğrafım var, her baktığımda gözlerim dolar, siyah beyaz.

Arkasına “1969” diye not düşmüş rahmetli babam, “Yılmaz’ın en sevdiği arkadaşıyla tanıştığı gün” diye yazmış.

Mevsim yaz.

Sıcak bir İzmir günü.

Kısa pantolonluyum, dizlerim her zaman olduğu gibi yara bere içinde, saçlarım üç numara, elimde bileğime bağlı balonum... Yanımda o.

Tombiş.

Koca kafalı.

Yüreği daha kocaman.

Koyu kahverengi gözlerinde kederli bulutlar gezinen, sohbet ederken için için hıçkıran hüzünlü arkadaşım.

Denizi kız, kızı deniz, sokakları hem kız hem deniz kokan İzmirimin, duygusal delikanlısı... Daima uslu. Hep terbiyeli.

Kız annelerinin bile “aman kızım mutlaka tanışsın, onunla arkadaş olsun” dediği, İstanbul tabiriyle kanka, İzmir tabiriyle cankuş.

Yıllar akıp geçti.

Büyüdük biraz tabii.

Gazeteciliğe başladım.

Henüz çömez muhabirim.

Her çömez gibi, kendi çevremizi dünyanın merkezi sanıyoruz, gittim, ilk röportajımı arkadaşımla yaptım.

“Bak bu kadar çok arkadaşın var, bu kadar çok seviliyorsun, niye böyle mutsuzsun” diye sordum.

Hiç konuşmadan, bakışlarıyla etrafını işaret etti bana.

Yalnızdı.

Kalabalık içinde yalnız.

Ve, işte ilk defa o gün öğrenmiştim duygularımı darmadağın eden hazin gerçeği... Altı yaşındayken İzmir’e gelmişti, daha bebekken ailesinden koparılmıştı, bir daha hiç haber alamamıştı, kokusunu özlediği annesinden babasından... Yapayalnızdı.

Hem ağladım, hem de utanarak yazdım, o güne kadar hikayesini bilmediğim arkadaşımı.

Biraz da siyaset kattım yazıya... Çünkü katılmayacak gibi değildi.

İsmet İnönü’yle de tanışmıştı, Süleyman Demirel’le de, Turgut Özal’la da, darbeleri de görmüştü, gençlerin sağcı solcu diye birbirine kurşun sıktığı o karanlık günleri de, tarih ansiklopedisi gibiydi, yine böyle bir temmuz ayında Kıbrıs’a çıktığımızda mesela, hep bir ağızdan söylenen Memleketim’i dinlemişti coşkuyla, gururla.

Gelmiş geçmiş en muhteşem sesleri, Zeki Müren’i dinlemişti Fuar’da, Müzeyyen Senar’ı, Gönül Yazar’ı, Muazzez Abacı’yı... Bülent Ersoy’un parlayışına tanıklık etmişti. Margarin üstüne toz şekerli ekmek kemirdiğimiz, damalı taksi dönemleriydi, nasıl da yırtardı karanlık gecelerde lacivert gökyüzünü Cem Karaca, işçisin sen işçi kal... Sabahın ilk ışıklarıyla başlayan zeytinyağlı dolmalı kadınlar matinesi, Beyaz Kelebekler, Barış Manço, Seyyal Taner, Ferdi Özbeğen, Nuri Sesigüzel, Ahmet Özhan, Tanju Okan, Özay Gönlüm, Erol Büyükburç, Emel Sayın, Alpay... Ferdi Tayfur devleşirken, oradaydı. Metin Ersoy’un kalipsolarına, Nurhan Damcıoğlu’nun kantolarına eşlik etmişti, Nesrin Topkapı sahneye çıktığında zaman sanki havada asılı dururdu, izleyenlerin nefesini tuttuğunu hissederdi, Devekuşu Kabare’nin, Nejat Uygur’un, benim canım Ateşböceği Ercan’ın kırıp geçiren esprilerine kulak kabartmıştı, orantısız zeka kullanan Orhan Boran’a Erkan Yolaç’a doyamazdı, Lunapark’ta kıkırdayan çocukların mutluluğuna da ortak olmuştu, Paraşüt Kulesi’nden atlayanların heyecanına da.

Röportajım manşet oldu, Yeni Asır’da.

“Okunur mu acaba” diye düşünürken, bir telefon, bir faks, sağanak gibiydi.

Meğer, 70’li 80’li yaşlarını sürenler dahil, herkes tanıyormuş arkadaşımı iyi mi... Kimi gözünün önünden film şeridi gibi geçen hatırasını anlatıyordu, kimi beraber çekildiği fotoğrafını koymuştu mektubuna, Antalya’da, Diyarbakır’da, Eskişehir’de Trabzon’da tanıdıkları vardı, Almanya’da Fransa’da, ABD’de İsrail’de, İzmir’den göçetmiş tanıdıkları vardı.

Büyükle büyük, küçükle küçük olmuştu.

Hiç unutmuyorum, mutluluktan havalara uçmuştum.

Rahmetli annemin yaptığı börekle birlikte koşmuştum ona... Okumuştum tek tek, hemşerilerinin sevgi mesajlarını.

Dinlemiş, dinlemiş, dinlemiş... Sonra da her zamanki gibi, dönüp arkasını sessizce, yürüyüp, gitmişti... Kederli.



Pak Bahadur’du o.



Fil deniyor.

Değildi.



14 Şubat 1964’te, sevgililer gününde getirilmişti İzmir’e... Hindistan’ın Türkiye’ye hediyesiydi. Bahadur, Hintçe’de cesur anlamına geliyordu, o kadar bizdendi ki, Bahadır diye çağrılıyordu.



Maalesef affedilmez bir hata yapmıştık ve hayvanat bahçesinde tek başına bırakmıştık onu.

Hindistan ormanlarında toprağa basması gereken ayakları, ömrü boyunca betona bastığı için eklemleri iltihaplanmıştı, taşıyamıyordu artık 49 yaşındaki beş tonluk vücudunu, katlanılmaz ağrıları vardı.

Ameliyat şarttı.

Yurtdışından uzman ekip getirildi.

Cerrahi müdahale için narkoz verildi.

Son bir damla gözyaşı süzüldü gözlerinden, kapandı.

Bir daha açılmadı.

Tam olarak böyle bir günde, 21 Temmuz’da kaybettik onu.

Sözde yuva diye yapılan, paslı çivilerle, üç metrelik çukurla çevrili cezaevindeki tutsak hayatı nihayet son bulmuştu.



Bahadır’ın çektiği çile, hepimize ders oldu.

Bahadır’ın ölümü milat oldu.

Fuar’daki Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk hayvanat bahçesini kapattık, Sasalı’ya taşıdık, 425 bin metrekare büyüklüğünde, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk doğal yaşam parkını kurduk.

Bir daha asla hiçbir hayvanı yalnız bırakmadık.

Doğal ortamlarına benzer yaşam alanları hazırladık, bir daha asla hiçbir hayvanı demir parmaklıkların, dikenli tellerin arkasına hapsetmedik.



(Büyük bir aileyiz, doğal yaşam parkında, 134 türde 2700 arkadaşımız oturuyor sofraya... Mevsimlerine göre, diyet programları uygulanıyor, tazelik, kalori, lezzet, dengeli beslenmelerine özen gösteriliyor, titizleniliyor. Zürafalarımız kahvaltıda 10 kilo dal, öğlen 30 kilo yonca, akşam 20 kilo meyve yiyor. Aslanlarımızın günlük altı bin kaloriye ihtiyacı var, bir gün üç kilo kırmızı et, bir gün 3.5 kilo tavuk yiyorlar. Lemurlarımız var, kediye benzer maymun, monşerdirler, karışık meyve sebzenin yanı sıra, iki dilim ekmek, bir tatlı kaşığı bal, 50 gram çerez yerler, üstüne bir bardak süt içerler. Kuğularımız buğday ve yumurta yeminin yanında yeşil salata yemezlerse olmaz. Tavuskuşlarımız, kuğu mönüsünü yer, üstüne meyve salatası yer. Ayılarımız sabahları 18 kilo meyve sebze götürüyor, akşamları 18 kilo meyve sebze götürüp, üstüne dört kilo tavuk götürüyor; öğlenleri midesi kazındığında fıstık ceviz katkılı mama veriliyor. Ceylanlarımız narin kızlarımız, yarım kilo yonca, yarım kilo meyve, yarım kilo dal yiyorlar, fit kalıyorlar. Pelikanlarımızda sıfır kolesterol, 1.5 kilo balık yiyorlar. Suaygırlarımız 15 kilo yem, 30 kilo yonca, 60 kilo ot yiyor, 160 kilo daha versen, onu da yer, obez olmamaları için diyet uygulanıyor. Sırtlanlarımız bir gün bir kilo kırmızı et, bir gün bir kilo tavuk yiyor, pazar günleri aç bırakılıyor, doğası öyle, haftanın üç günü kemik ziyafeti çekiyorlar. İsim babası olduğum manevi kızım İzmir’in beş kişilik fil ailesi, 15 bin metrekarelik alanda ferah ferah yaşıyorlar, 150’şer kilo ot, yonca, meyve sebze, mısır koçanı yiyorlar, Egeli oldukları için mutlaka incir yiyorlar.)



(“Millet açken hayvanlara bunlar yedirilir mi” diyecek olan hıyartolar için özellikle altını çizelim... İzmir doğal yaşam parkı için devletten tek kuruş alınmadı, tamamen İzmir büyükşehir belediyesinin imkanlarıyla yapıldı. Mutfak masrafı için, ne devletten tek kuruş alınıyor, ne belediyeden... Şu ana kadar 11 milyon kişi tarafından ziyaret edildi, tamamen ziyaretçiler tarafından finanse ediliyor.)



Bahadır’ı işte bu doğal yaşam parkına defnettik.

Anıt diktik.



Ve, bugün yine 21 Temmuz.

15 yıl oldu gideli.

Hani derler ya...

Arada bir çocukluk etmeyeceksen, büyümenin ne anlamı var?

Bugün öyle yapayım, yüreğimde taşıdığım siyah beyaz fotoğrafa bakarak, Bahadır’ı yazayım istedim.

Tarifsiz özlüyorum ama, şu anda nerede olduğunu düşündüğümde, doğrusu biraz olsun kendimi teselli edebiliyorum.



Özgür çünkü artık arkadaşım...

Alabildiğine uzanan Asya enginliğinde gönlünce koşturduğunu, annesine babasına kavuştuğunu, hasretle sarıldığını, şen şakrak kahkahalarını, “döndümmm, geri geldimmm” diye haykırdığını, ruhunun nihayet rüzgar aldığını hissedebiliyorum.