İmam Hatip kökenli bir felsefeci arkadaşımla sohbetimiz döndü dolaştı inanç meselesine geldi. “Üzülme ama çoktandır kendimle mücadele ediyordum” diyerek söze başladı ve -özetlemeye çalışacağım- şöyle devam etti: “İnançla ilgili sorunlar yaşarken, fikri zeminde ulaşabileceğim o son noktada ayaklarımın altından toprağın kayacağını düşünüyordum.  Sanki iyiliklere yönelten Tanrı’nın emirlerinden ve nehiylerinden uzaklaşırım ve Dostoyevski’nin ‘Tanrı yoksa her şey mübah’ cümlesinde olduğu gibi acaba ben de her şeyi mübah görür müyüm diye korkuyordum. Oysa J. Paul Sartre bunu alır, evet, ‘Tanrı yoktur ve her şey mübahtır’, der ama ‘Bunun sorumluluğunu alabiliyor musun’ diye de sorar. Çünkü ‘Tanrı yoktur’ demek, kişinin mutlak özgür olması anlamına gelir ki bu da insana büyük sorumluluk yükler” dedikten sonra şöyle bir durakladı ve devam etti: “Demem o ki, dinlerin anlattığı Tanrı’nın üzerimdeki gölgesi kalktıktan sonra kendimi özgür hissettim. Rahatladım.  Şimdi bakıyorum yaşantıma, Tanrı’nın emrettiklerinin dışında yine farklı bir yaşam sürmüyorum, özgürüm ama omuzlarımdaki yük daha da ağırlaştı. Bunu günah ya da sevap duygusuyla yapmıyorum. Yaptığım zaman mutlu olduğum için yapıyorum. Korkularımdan sıyrıldım. Bana egemenlik kuran bir Tanrı yok zihnimde; yaşamaya olan sevince açık bir Tanrı’ya inanıyorum. Kültür anlamında yine Müslümanım ancak Müslümanların zihnindeki Tanrı’ya inanmıyorum. Çünkü Müslüman olduğunu iddia edip Slavoj Zizek’in ‘Tanrı varsa her şey mübahtır’ sözünü doğrularcasına yaşayanlar beni bu dinden etti!” dedi.

Arkadaşıma “Sözlerini yazıma taşıyabilir miyim” diye sordum. Yılların dostluğu içinde gülerek “Elbette, hatta ismimi de yazabilirsin” diye cevap verdi. Okurlarımdan gelen benzer e-postaları da dikkatle okuduğumu ifade edeyim.

ÖNYARGISIZ İTİRAZLARA KULAK VERMEK

Bir zihnin analizini yapmak kolay değil. Kızılderili atasözü olarak geçen “Benim hayatımı yargılamadan önce benim makosenlerimi giy ve benim geçtiğim yollardan, sokaklardan geç. Benim takıldığım taşlara takıl, yeniden ayağa kalk ve aynı yolu benim gibi tekrar git, işte o zaman beni yargılayabilirsin” sözü bunu çok iyi ifade eder. Öncelikle şu soruları sorma ihtiyacı duyuyorum: İlki, bir dinin içinde yer almış kişi neden boğulur ve neden nefes alma ihtiyacı duyar? İkincisi, nefessiz kalınan o yerden çıktıktan sonra nefes alınan alanı din dışı bir alan olarak mı görmeli yoksa tam da dinin yaratmak istediği gerçek bir alan olarak mı? İnsanı boğan, bunaltan hükümler norm olarak, genel geçer ilkeler olarak, insanlığı saadete götürecek değerler olarak sunulabilir mi?

İnsanın doğasına aykırı olan hiçbir şey Tanrısal olamaz; Kur’an da dini fıtrat olarak tanımlar. (Rum/30) Dolayısıyla dinin üzerine yüklenen yüklerin altında ezilen bir zihinden, nefes alamayan insanların varlığından bahsediyorsak, buradaki büyük sorunu görmezden gelemeyiz.

Bu konuları korkusuzca tartışmadığımız sürece sorunlar daha da büyüyecek. Durumun vahametini en başta konunun sahiplerinin görmesi gerekir. Burada insanlar illa bir dinin içinde yer almalı savunusu içinde değilim. Her insan sorgulayarak-araştırarak inanır ya da inanmaz. Kaldı ki, Allah insanı özgür bırakmış. (La ikrâhe fiddîn/ Dinde zorlama yoktur) İnanç ne kadar özgürlüğe muhtaç ve insanî ise inançsızlık da onun kadar özgürlüğe muhtaç ve insanîdir. Dikkat çekmek istediğim ana husus dünya ve ahiret mutluluğuna davet eden değerler sistemi olarak tanımladığımız İslam’ın, zihinlerde bu işlevinin sorunlu bir hale gelmesidir.

TEZ ANTİTEZ FİKRİ DİRİ TUTAR

Felsefi ve dini tüm gelenekler, kendi içindeki diyalektikle, tez ve antitezin ortaya konulmasıyla tarih içinden günümüze akar. Bugün ekol oluşturmuş teist ya da deist varoluşçuların tartışmalarına bakalım. Aynı şekilde Marksist ya da Hegel geleneğine.  Yahudilik ya da Hristiyanlık için de bu böyle. Din-siyaset ilişkisinin yoğun yaşandığı bu dönemde, sesler fazla çıkmasa da içten içe sert eleştirilerin yapıldığı malumun ilamı. İçeriden yapılan bu eleştirilere de aidiyetlerini terk etme noktasına gelen kişilerin düşüncelerine de ilahiyat ve Diyanet korkusuzca yer açmalı. Dini düşüncenin sağlamasını yapmak istiyorsak tüm seslere kulak vermek zorundayız.

Gelelim arkadaşımın değindiği hususlara. Önce iyilik ve kötülük meselesine girmek isterim. Geleneksel İslam’ın vazettiği iyilik, iyi olmayı hak eden bir iyilik mi; kötülük, kötü olmayı hak eden bir kötülük mü? Yerim kalmadı, haftaya tartışalım.