Önümüzdeki üç yılda ekonomideki muhtemel gelişmeleri ve bunları gerçekleştirmek için hükümetin neler yapmayı planladığını gösteren OVP (Orta Vadeli Program) açıklandı. Bu planda 2026’da 185 milyar liralık özelleştirme geliri yer almış. Edinilen bilgilere göre bu gelir, Boğaziçi üstündeki birinci ve ikinci köprüler ile 9 otoyolun satışından elde edilecekmiş. Herhalde köprüler ve otoyollar satılmayacak, bunların gelirleri karşılık gösterilerek “dış borç” alınacaktır. CHP, köprü ve otoyol satışına (?) karşı çıktı. Bu bana 1983 yılında, o günün CHP’si olan HP’nin genel başkanı Necdet Calp ile o günün AKP’si olan ANAP’ın genel başkanı Turgut Özal arasındaki “köprüleri satarım-köprüleri sattırmam” tartışmasını hatırlattı. Gördüğünüz gibi “güneşin altında yeni bir şey yok”. Turgut Özal, köprüleri satıp daha doğrusu “gelirlerini kırdırıp” ele geçecek parayla yeni yollar ve köprüler inşa ettirmeyi planlıyordu. Necdet Calp, muhakkak ki, yeni yatırımlara karşı değildi. Zaten hiçbir hükümet veya hükümdar, yatırımlara özellikle altyapı yatırımlarına karşı olamaz. Çünkü yatırım, kalkınma demektir. Karşı olunan şey bu yatırımların niteliği, maliyeti ve finansman modelidir. Finansman “para bulmak” (to find money) demektir. Genelde yatırımlar özelde kamu yatırımları ya “öz kaynak” ya da dışarıdan alınacak “borç kaynak” ile finanse edilir. Sağ eğilimli siyasetçiler “borçla”, sol eğilimliler ise “öz kaynakla” finansmandan yanadır. AKP “dış borçtan korkmaz”, CHP ise “dış borçtan korkar”. Korkusunun kaynağı, Lozan müzakerelerinde Lord Curson’un İsmet İnönü’yü “Nasıl olsa bizden borç istemeye geleceksin, ben de bugün bizden aldığın siyasi tavizleri senden bir, bir geri alacağım” diye tehdit etmesidir.
BORCU BIRAK YAPILAN YATIRIMLARA BAK
Köprülerin altından çok sular geçti. Günümüz CHP’si, özellikle başarılı belediye başkanları “dış borçtan korkmaz” oldu. Hatta Başkan Erdoğan’ı “daha fazla dış borç almalarına engel olmakla” suçladı. Mesele mahiyet değiştirdi. Tartışma yatırımların isabeti, önceliği ve verimliliği üzerinde kaydı. AKP’nin seçim kazandıran iktisat politikası “eşek ölür kalır semeri, insan olur kalır eseri” özdeyişi üzerine kuruludur. Bu düsturun doğal sonucu olarak AKP, ülke kaynaklarının önemli bir kısmını, seçmeni görsel olarak etkileyecek bayındırlık eserleri inşasına tahsis etmiştir. Bu gösterişli eserlerin birçoğu “beyaz fil” dir. Çok yem yer, az iş çıkarır. Bir kısmı da “kara delik”tir. Sürekli kaynak tüketir. AKP, iktidarda kaldığı sürece bu politikasını sürdürecektir. Vahim olan budur. Çünkü seçmeni bunu istemektedir. Nitekim ülkede adalet kalmadığından yakınanlara, AKP’liler “Çanakkale Köprüsü’nü görmüyorsun?”; mühürsüz oylarla atı alan Üsküdar’ı geçince seçim sakatlandı diyenlere “Duble yollara bak” diyorlar. Türkiye’de milli tasarrufunun, milli gelire oranı düşüktür. Yani Dubai gibi “gösteriş yatırımlarına” tahsis edecek öz kaynağı yoktur. Çok yüksek faizle aldığı borçlarla da “propaganda yatırımları” yapmanın alemi yoktur.
ÖZELLEŞTİRME VEYA ÖZEL SEKTÖR ELİYLE BORÇLANMA ENFLASYONU KÖRÜKLER
Kamu varlıklarını “babalar gibi satarım” diye babalanan Kemal Unakıtan AKP’nin maliye bakanıdır. AKP’nin kullandığı iki “dolaylı dış borçlanma” yönteminin ikisi de enflasyon jeneratörüdür. Bunlardan birincisi “devletin toplayacağı vergileri toplama imtiyazını” en yüksek peşin parayı verene satma yöntemidir. (Örnek: Araç muayene tekeli) İkincisi ise Kamu Özel Sektör İşbirliği veya Yap İşlet Devret modeliyle havalimanı, köprü, tünel veya şehir hastanesi inşa ettirmektir. Her iki yöntemde de gerçek borçlu devlet, görünür borçlu özel firmadır. Özel firma Hazine garantisiyle bankalara borçlanmakta, aldığı parayı ya devlete vermekte ya da inşaatı finanse etmektedir. Borcun faiz ve anapara taksitlerini ödemek için de verdiği hizmete sürekli zam yapmaktadır.
SON SÖZ: Yüksek bedel ödeyen, yüksek zam yapar.